Ayşe Pehlivan: Çocuklarımıza sahip olmayalım onlara sahip çıkalım

Röportaj: Zehra Güveli

 

Ayşe Pehlivan. Mihrimah’ın annesi… Bir çocuğu beklemenin, dünyaya getirmediğin çocukları kalbinde büyüten kadınların hikayesi… Anneliğin etiket olduğu bir dünyada anne olamayan kadınların seslerini kim duyar? Anneler günü en fazla ne kadar özel olur? Hepsini ve daha fazlasını Ayşe Pehlivan’la konuştuk.

 

 

 

Ayşe Pehlivan… Kadın, gençlik ve aile çalışmalarıyla tanıdığımız özel bir isim. Bize biraz çocukluğunuzdan, yetiştiğiniz aileden bahseder misiniz?

 

İnsanın çocukluğunu konuşması günde huzuru yakalamanın adresi sanki. Evet her birimiz için geçmiş olan o dönemin izleri/yansımaları söze geldiğinde yüzümüzde bir tebessüme dönüşüveriyor.  Ben 1967 doğumlu, Tekirdağ Karacakılavuz köyünde dört çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğuyum. Aile kelimesinin yaşanarak hayat bulduğu bir yapıda büyüdüm, hadi büyüdüm diyemesem de geçti çocukluğum diyeyim. Ben büyümeyi başaramayanlardanım, çocuk yanımı sağlıklı tutmaya özen gösteriyorum, zira ben inanıyorum ki, çocukluğumuzun bazı özel güzelliklerini yitirmeden; soru sormayı, gerçekçi olmayı, öğrenme gayretini, affederken silmeyi, sahiplenirken samimiyeti kaybetmezsek yaşam daha bir anlamlı olur. Benim cennet mekan ebeynlerimle ilgili söyleyebileceğim en temel şeylerden biri şudur, yarım yüzyılı aşmış hayatımda ne zaman teşekkür edilecek bir iş yapsam, takdir edilen bir hareketim olsa; ben bunu anne ve babamdan öğrenmiş bulunmaktayım. Cömerttiler; sözde, sohbette, gayrette… Kararlıydılar haklı olma ve haklarını savunma hususunda… Samimiydiler severken de, uyarırken de, kızarken de, desteklerken de… Gerçektiler ve gerçeği yaşamaları öyle sıradandı ki, sanki onlar için bundan gayrısı yoktu.

 

Özlenen Çocuk ve Gençlik Derneği nasıl kuruldu? Dernekte nasıl çalışmalar yapıyorsunuz?

 

Özlenen Çocuk ve Gençlik Derneği büyük bir özlemin fotoğrafıydı, yapılan çalışmalar da bu özlemin ikramı sanki. “Ne olacaksın?” sorusunu “ANNE olacağım”, diyerek cevaplayan bir çocuktum. Ben büyüdüm, kararlılığım da büyüdü… Öyle inandım ki anne olabileceğime, bütün planım onun annesi olmakla şekillendi. Diğer türlüsünü hiç düşünmedim, daha doğrusu aklıma bile gelmedi. Sonra evlendim, kulluk makamını aşarak, adeta Rabbimin bana evlat vereceğinden emin olarak, tüm hazırlıklarımı yaptım; ekonomik birikim, hazırlık, kütüphane oluşturma, albüm hazırlama vb… Küçük bir sızının hamilelikte sorun olmaması için doktora gittim, kanser olduğumu öğrendim, yoğun tedaviler gördüm, veriler sağlığıma kavuşmam konusunda yeterli değildi, ben bir an önce iyileşip anne olmak için gayret ettim…

Zaman geçti, ben iyileştim ancak anne olamayacaktım. Bir gün bayram arifesi, zor zamanlardan biri, insanın acısı özel zamanlarda daha çok yüreğini yakar ya işte öyle, çocuklarıyla şenlik yaşayan insanlara imrenerek, özenerek, anne olamayışın getirdiği tüm yükü kaldırabilmek için Rabbime yalvararak onları izliyordum. Yıl 1997, mağazaların bol olduğu caddeyi gören bir yerde oturuyor, gelen geçene bakıyorum,  bir çocuk, anne-babasının elinden tutmuş, ona bot almışlar, bağcıkları da tam bağlanmamış, çocuk botlarına bakıyor, dünya botlarından ibaret sanki. Benim param var, alış-veriş yapabilirim ancak alış-veriş yapmak için evladım yok. Bu öyle derin bir sızı ki bunun anlaşılması insanın yarasını hafifletmiyor daha da derinleştiriyor. Zira bunu anlayabilmek için ancak yaşamak lazım. Birinin daha bu acıyı yaşadığını düşünmek öyle yoruyor ki yüreğimi… Bu bir sarmal işte.. Ben orada otururken gördüğüm bu çocuğun sevincini başka çocuklar da yaşasın istedim. Mağazaya girdim büyük bir heyecanla tüm paramla alış-veriş yaptım. Bir sürü çocuk kıyafeti ile mağazadan çıkıp Çocuk Esirgeme Kurumuna gittim. O dönem uluslararası yayın yapan bir radyoda Nöbetçi Dost programını yapıyordum. Programda Mihrimah’ın Annesinden mektuplar bölümü vardı. Yazdığım mektupları okuyordum ancak Mihrimah’ın Annesi’nin benim olduğum bilinmiyordu, benim için de sanki başka biri gibiydi, benim başka bir yanımdı zira… O dönemde Mihrimah’ın Annesi kimliğiyle tanımlanan kişinin benim bir dostum olduğu biliniyor, çok da merak ediliyordu, böylece ben kendisiyle dost olan biriydim. Sanki varmış gibi davranmak bana çok iyi geldi. Yardım götürdüğümüz çocukların yüzlerindeki gülücük de derde deva niteliğindeydi. Bu etkinlikleri anlatınca zarflarda paralar gelmeye başladı, bunun sorumluluğunu alamazdım, paralara karşılık makbuz zaruri idi ve böylece “Bayramdan Önce Bayram” etkinliği derneğimizin kuruluşunu şekillendirdi. 1998 yılında kurulan derneğimizin, “Bayramdan Önce Bayram” etkinliği, gelenekselleşen temel faaliyetlerinden biri olarak devam ediyor.

 

Mihrimah… Gelmeyeceksin Diye isimli kitabınız… Mihrimahın annesi… Bu özel hikayeyi okuyucularımızla paylaşır mısınız?

Evet ismine Mihrimah dedim. Babamın derin tarih bilgisi ve yoğun tarih sevgisi vardı. Bize daha çocukluk dönemimizde, tarlada ayçiçeği çapalarken, ineklerle ilgilenirken bile tarihi olayları anlatırdı. Mihrimah ismini ilk ondan duymuştum. Anlamına baktım; ay ve güneş… Daima, her yerden görebilmek… Çok anlamlı geldi bana ve Mihrimah ismini çok sevdim, kızım olur ümidim ve duamla Mihrimah ismi koymaya karar verdim. Aynı zamanda güzel seslenilen bir isim Mihrimah, iki tane ‘h’ içten söyleniyor.

Sonrası malum ömre yayılan bir özlem. Neler oldu neler, onun doğacağını düşünerek yazdığım mektuplar vardı, “zaman vurmadan silgiyi yazıyla zap edin bilgiyi” uyarınca, notlar düşerdim tarihleriyle ona anlatmak için. Bu da hamile bir kadının kızına yazdığı mektuplardan nazire idi. O da hamilelik sürecinin anılarını yazmış ve hamileler için hazırlanan bir dergide yayınlamıştı. Ben de neler olup bittiğini yazıyordum; hem ailem de hem hayatım da… O fiziki olarak hamile bir kadındı ben de zihinsel olarak Mihrimah için hamile idim, o nedenle yazıyordum işte… Onlar yayınlanamadı tabii ki, ben onları kendim bile rahat okuyamam.

Doğmayacağı netleşince, mektuplar başka bir şeye evrildi. O zaman Gelmeyeceğinin hayatıma maliyetini yazmaya devam ettim. Onu nasıl özlediğimi, ona olan özlemimle diğer çocuklara yardımcı olmak için nasıl gayret ettiğimi yazdım. Bazen bir çocuk parkından, bazen çocuklar kıyafet reyonlarından, bazen bir okulun bahçesinden… Yazıyordum; özlemle, telaşla, gayretle…

Daha sonra bu mektupları yayınlamaya karar verdik, anne olanların ne büyük ikramla ödüllendirildiklerini bilmelerini isteyerek. Çocuk özlemi çekenler için ola ki rehberlik eder ümidimizi ekleyerek. Şiir ve mektuplar kitaplaştı böylece, Gelmeyeceksin Diye şiiri ile isimlendi kitap. Bilinir ki, benim tarifimdir, tarihimdir Mihrimah… Benim sınavımdır, özlemimdir, hasretimdir, hareket noktamdır Mihrimahsızlık… Kitap da bunların yazıyla çizilmiş resmi adeta…

Çocuk özlemi çekenlerin yaşadıkları sorunlar ortak mıdır? Çözüm ortak olabilir mi?

 

Aslında konu çocuksuzluksa ortak bir ifadeden ibarettir diyebilirim. Zira olgular algılarımızla şekillenir ve tarif edilir. Olaya ortak nokta açısından bakılınca “evet çocuk özlemi çekerler” deyip izah etmek mümkündür. Ancak bireyin içinde bulunduğu durum, olayı algılama şekli, çocuğa yüklediği anlam, çocuksuzluğun yükünün ağırlığını belirler. Bu sınavdır, sınavın bir sorusudur. Ayet açıktır, çocukla ve çocuksuzlukla sınav edileceğimiz konusunda bizi uyarır. Ancak çocukla sınav zordur bunun çeşitli örneklerinin şahidiyim ve çocuksuzlukla sınav büyüktür bunun birebir yaşayarak tecrübesine sahibim.

Bir kere toplumda size sorulan sorular sizi yorar, izahını yapmak acının kabuk tutan yanına kanatır. Çocuğun var mı? sorusu tek cevapla bitmez. “Var” dediğinizde devam eder sorular, “kız mı, oğlan mı, kaç kardeşler vb.” Eğer “yok” demek zorundaysanız o zaman da kanayan yanınıza vurulur mühür; “senden mi eşinden mi?” Niyet kötü olmasa bile bizler bu soruların cevabını vermekte zorlanırız her zaman. Sonra teselliler vardır özür dilemeye aday; “olmayanın bir olanın bin derdi var” Oysa bazı birler ne kadar çoktur bütün hayatı etkiler.

Diğer yandan “çocuğun olunca anlarsın” meselesi. Garip bir konudur, çocuğunuz yoksa anlayamayacağınızın belgesi gibi konur önünüze. Diğer yandan da “için” meselesi yorar bizleri, çocuğu için çalışanlar, çocuğu için evli kalanlar, çocuğu için ayrılanlar… Böyle gider iş, çocuğunuz yoksa sizin nedeniniz yok demektir, niye çalışıyorsun ki diye sorulabilir mesela… Ben çocuklar için bir şey yapmayın, anne-baba olduğunuz için yapın, bizler de teyze, dayı, amca, hala olduğumuz için yapalım diye düşünmekteyim.

Çözümü; kabullenmedir, imtihana doğru cevap vermenin yöntemini bulmaya çalışmaktan ibarettir. Yapılabilecek olanın en iyisini yapmaya gayret etmektir. Sevebilmektir, diğer çocukları sevmeyi başarabilmektir. Çocuk özlemini, ebeveyn özlemi çekenlerle birleştirebilmektir.

 

Anneler… Çocuklarını terk eden anneler… Çocuk sorumluluğunu kaldıramayan anneler… Annesiz hayata tutunmak zorunda olan çocuklar… Bazı hayatlar çok ağır. Kadınların fıtratından anneliği kim ya da ne çekip alıyor?

Sorunuzun içinde nice yürekler soluksuz kalıyor, nice hayat hikayeleri hazin olarak devam edip bir sürü olumsuzun beslenmesine neden oluyor. Anneler, annelerimiz, anneliğimiz… Aslında sağlıklı bünyeler için bu sorunların konuşulma, bunların gerçek olma ihtimali yoktur. Ancak hastalanmış zihinler, bozulmuş psikolojiler, hakikatten uzak düşmüş hayatların sonuçlarıdır bunlar diye düşünenlerdenim. Bunun için temel dayanağım fıtratımızdaki merhamet, emanet edilen çocuk için anneye verilen meziyet bozulmadığında bu tür olaylar yaşanmaz. Evet anneliğin çekip alınması, sağlam bir tespit, diğer yandan teslim alınan sadece annelik değil önce bireyin tüm özel ve güzel melekeleri zarar görüyor, sonra; annelik, evlatlık, komşuluk, patronluk, işçilik… Bunlar birbirini deviren büyük sütunlar gibidir. Biz biliriz ki doğru tektir, yaradılış gayemizin dışında yaşadığımızda, hakikatten uzaklaştığımızda ulaşacağımız yer neresi olursa olsun zordayızdır, zorda bırakırız çevremizdeki insanları. Ne büyük emanettir çocuk, ne özel statüdür ebeveynlik… Bunun farkına varmak ancak fıtratı bozmamakla mümkündür. Yine bizler biliriz ki, birey belli bir yaşa geldiğinde onda ebeveynlik melekesi gelişir. Çocuk emanet eden Rabbim o sorumluluğu yerine getirme kabiliyeti de ikram etmiştir.

“Kimler çekip almıştır?” konusuna gelince… Aslında sahip çıktıklarımızla ilgili başkasına güç atfetmek doğru olmaz. Sahip çıkabilmemizin ilk şartı da farkına varmamız, değerini idrak etmemizdir. Ben meselenin burada düğümlendiğini düşünüyorum. Dernek olarak “Çocuklarımıza sahip olmayalım onlara sahip çıkalım, hepimizin sahibi Allah” başlığı ile bir dizi seminerler düzenledik ülkemizin farklı illerinde. Çocuğa sahip olmaktan öte, çocuğun emanet olduğunu bilmenin zaruretine inanıyorum. Eşyada bile bu böyle değil midir? Birisi bize bir şeyi emanet etse zarar görmesin diye gayret ederiz, bizim olanlara karşı aynı hassasiyetimiz olmayabilir. Demem o ki, biz gereği gibi sahip çıkabilseydik ebeveynlik sorumluluğumuza, onu kolay kolay kimse bizden çekip alamazdı. Biz dalından kopmuş yaprağa dönüşmeseydik, herhangi bir rüzgâr bizi savurmaz, bilakis güçlendirirdi.

 

Kişiliği aile mi şekillendiriyor yoksa toplum mu? Son yıllarda aile istismarına uğramış çok fazla çocuk var.

 

Bence bu sorunun cevabı her ikisi de… Zira ikisi birbirinden net olarak ayrılan yapılar değil. Ailenin yapısını şekillendiren çevre iken, çevrenin yapısını da aile etkiler. Yaşadığımız aile ve çevre her ikisi de ‘biz’ olma gayretimizde büyük izler ve imzalar taşır. Doğruya ulaşmanın önündeki her engel için özel desteğe ihtiyaç duyduğumuz zamanlar ilk çocukluk ve ilk gençlik yılları olsa gerektir.

Ben aile ifadesine yapılan özel bir saldırı olduğunu düşünenlerdenim. İfadelerle hayat bulan algı, güvenin kaynağı ve beslendiği yer olan aile ile ilgili olumsuzu öncelikleyen bir ifadeye zamanla kabule dönüştü. Yaşanan olumsuzluklarla ilgili; sağlıksız aile ilişkileri, hasta ebeveynler, dengesiz iletişimler veya iletişimsizlikler olarak ifade edilirse, normal olanını ortaya koyup teşvik edecek bir yapı oluşturmamız mümkün olacaktır.

Bunu her noktada görmek mümkün, söylem zihnimizdeki bilgiyi, bilgi bizdeki hareketi şekillendiriyor. İyiyi ödüllendirmemek kötülüğü besler. Olumlu örnekleri görmezden gelirsek onları çoğaltmamız hemen hemen zordur, farkında bile olamayız belki de.

Bizim temel sloganlarımızdan biridir “Yine Yeni Yeniden”… Hiç eskimeyen değerler için asla vazgeçmeyen duruşa ihtiyacımız var. Bir şeyi değiştirmek istiyorsak kalabalık olmamıza gerek yok, her birimiz olduğumuz yerden, en yakınından başlayarak yola çıktığında, her adım bir kötülüğü silmeye dönük olduğunda, olumlu olanın sayısı artacaktır. Yeni şeyler söylemenin ötesinde eskimeyen yenileri oturup listelemek, olmazsa olmazlarımızı sıralamak çözüm için belki de doğru bir başlangıç olacaktır.

İnsan doğurmadan da anne olmalı, olabilmeli. Bu nasıl bir süreç?

Belki şöyle söylemek bizim için daha doğru bir ifade olacaktır. Annelik sadece doğumla elde edilen bir statü değildir. Annelik emek gerektirir, sahiplenmeyi gerektirir, her ne ise verilen statü gereğini yerine getirmek için gayreti gerektirir. Annelik duygusunun kapsamı ne ise bir insan belli bir yaşa geldiğinde bunları yerine getirebilir. Sevgi dilinin güçlü olduğu iletişimlerde ifade anne olmasa da tarif annelik olarak hayat bulur. Bu durum da sizin doğurmadan anne olmanıza imkan sağlayacaktır.

Anneler günü için özel bir mesajınız var mı?

Her zaman bu konuyla ilgili bizim mesajımız vardır. Biz ömrünü anne adayı olarak geçirmiş olanlar, annelerimiz başta olmak üzere tüm annelere hürmet ve muhabbetlerimizi iletmek isteriz. Yine bizler onların annelik süreçlerinde yaşadığı zorları kolay kılmak istediğimizi bilmelerini isteriz. Onların bazen şikayet ettikleri şeyler bizim nimet saydığımız şeylerdir unutmasınlar isteriz. Bir evladın onlara emanet edilmesinin öneminin farkına varmalarını, çocuk adına da kendileri adına da önemsediğimizi hatırlarında tutsunlar isteriz. Ne mutlu sahip olduğu her statünün gereğini yapanlara. Bu dünyanın daha iyi bir yer olması ancak herkesin elinden gelenin en iyisini yapması ile mümkündür. Lütfen çocukların büyüdüklerinde hatırlayacakları güzel anılar biriktirmelerine yardım edin.

 

Exit mobile version