KORONA, “POYRAZ ODA” VE ORTAYA KARIŞIK DUYGULAR

 

Eskiler ne iyiydi, ne güzeldi eskiler…”

Bu cümle, bir vesileyle modern hayatın getirdiği bayağılıktan yorulduğum zamanlarda iç geçirerek hayata ettiğim sitemlerden biridir. Yeri gelir anlamsız bir pop şarkı duyduğumda, yeri gelir bir vefasızlık halinde eski dostluklara hasret duyduğumda hatta özlediğim bir sulu yemek olduğunda, hatırıma büyükbabamın çiftliği, hindi civcivleri, kümesten her sabah toplanan yumurtalar, evin damına kadar kovalayan kazlar, bostandaki kokulu domatesler, dağ çiğdemi, yemlik ve o ekşisi dişimi kamaştıran üzümler ya da bayramlar düştüğünde söylerim bu cümleyi. Belki çoğumuz söyleriz eskilerin değerleri varlığının yerine dolan boşluğu hissettiğimizde. Yazının girişi “korona”yla başlamasın diye bu girizgahı yaptım. Fakat ne yazık ki evet: Konumuz Koronavirüs salgını, karantina ve post-karantina dönemi ile aklımızı başımıza getiren eskiler…

Psikologlar, sosyologlar, davranış bilimleri çalışan istatistikçiler dahil çoğunun gündemine bir anda karantinanın modern insanların hayatını nasıl değiştirdiği konusu girmişti. Korona salgınıyla birlikte yediden yetmişe, ünlü-ünsüz, mektepli-alaylı, zengin-fakir herkesin kıymetini ya fark ettiği ya da bir kez daha hatırladığı “öz”ün güzelliğiyle karşılaşmıştık birkaç ay önce. Evde kal, eve dön, evde yap, evde pişir. Evin, yuvan, sana yeter. “Evde hayat var.” Bu elbette tam bir gönüllülük esasından değil durumun getirdiği zorunluluktan kaynaklanıyordu.

Öyle ya da böyle Koronavirüs, işte böyle zaruri ve fakat faydalı bir içe dönüşü beraberinde getirmişti. Kaos, kısa zamanda yerini sağduyuya bırakmıştı. İnsanların salgının hemen başında panikle hareket edip gıda stokladığı, evlere sayısız pakette makarna girmeye başladığı günler, yavaş yavaş duruma alışmaya ve normalleşmeye doğru dönüşmüş; beraberinde hamur tahtalarını, oklavaları sahneye çıkmıştı. Şehirlerde yaşayan pek çoğumuz, eskilerden, Anadolu’dan, çocukluklarından, köy yaşamlarından bir şeyler buldu ortaya çıkan pideli, yufkalı, ekmekli, bazlamalı fotoğraflarda.

Hala popülerliğinin ortadan kalktığını söyleyemeyeceğimiz organik beslenme furyasına, koronayla birlikte “ev yapımı” da katılmış oldu. Öyle ki bu ev yapımı halleri, arkadaşların birbirine imrendiği, kendi aralarında “challenge”lar başlattıkları, kimin hamurunun daha iyi kabardığını tartıştıkları eğlenceli bir dönemin de sahneye çıkmasını sağlamıştı. Çünkü bu öze zorunlu dönüşün içinde genetiğimizde bulunan ata kodlarımızdan haz almaya başladığımızı fark etmiştik. En azından öyle umuyorum.

Bugün unuttuğumuz veya imkân çemberinin dışında kaldığımız alanda ne vardı o kodlarda? Emek vardı. Bereket vardı; herkese yetecek kadar bereket. Tutum vardı. Var olan kıymetliydi. Az da olsa değeri bilinirdi. Azdı ama herkese bol bol yeterdi. Mesela rahmetli anneannemin “poyraz oda”sı vardı. Kahramanmaraş’ta isimlendirildiği haliyle eskiden buzdolabı olmayan evlerin en soğuk odasına denirdi. -Buzdolabı yaygınlaşmaya başladıktan sonra da poyraz oda, yerini kimseye bırakmamıştır.- “Açık ekmek” dediğimiz, yufka ekmekler iki mevsim yetecek kadar tandırda pişirilir, kurutulur, üst üste dizilir ve poyraz odada bekletilirdi. O açık ekmekler yığılınca birkaç sütun olarak iki metreyi geçerdi, bir heybeti vardı. Ekmeği biten konu, komşu olursa gelip anneannemden isterdi.

Yahut da eve misafir gelmişse “ekmeğiniz var mı?” diye sorulur, yoksa hemen poyraz odadan iki açık ekmek çıkarılır, ekmek süpürgesiyle ıslatılır, katlayıp bir pakete konup misafire verilirdi.

Başka neler yoktu ki poyraz odada? Tarhana yapılır, kurutulur; salçalar domates ve biber olmak üzere mis gibi kokularını yayar; pazardan alınan öteberi (eşyalar), mevsimine göre kavun, karpuz, üzüm, elma; meyveler yerlere serpilir, bidonlarda köy peynirleri, pekmez, turşular, deriye basılmış çökelekler sıra sıra dizilirdi. Bahçeden toplanan Isparta güllerinden reçeller, meyve suyu ya da şerbet yerine geçen şişe şişe gül şurubunun özel taliplileri olurdu. (Mis gibi hepsinin kokusu ayrı ayrı burnumda tütüyor. Ve de anneannemin fistanının kokusu. Annem, gözleri dolarak anlatıyor anneannemin hiçbir zaman ter kokmadığını. Çünkü o gül suyu içer, güç reçeli yapar, gül suyuyla yıkanır ve hep gül kokarmış.) Sabah namazına kalkılıp ilahi söyleyerek yayılan tereyağı küpeciklerde dururdu. Şeker ve un çuvalları duvara yaslanır, tek ayak üstünde beklerdi adeta. Bir de anneannemin ahşap sandığı vardı ki o eve giren her çocuğun, poyraz odanın anahtarını anneanneme görünmeden aşırıp sifli sifli (gizli gizli) açmak istediği bir hazine kutusuydu. Mevlâna ve akîde şekerleri, ceviz sucukları, Ender çikolatalar, pestiller, bastıklar ve benzeri şireli (şekerli) şeyler o sandıkta dururdu.

Ben maziden bir anı olarak söz ediyorum anneannemin poyraz odasından ama eminim Anadolu’nun pek çok yerinde halen bu odalar tıpkı tasvir ettiğim gibi. Korona günlerinde evlerine kapanan, alış-veriş merkezlerinden uzakta kalan, gün aşırı süpermarkete gidemeyen şehirlilerin tam da ihtiyacı olan şey aslında poyraz oda imgesi. Şehirlinin hayali, Anadolu’nun gerçeği. Neden mi? Neredeyse yılın yarısı, iki mevsim boyunca alışverişe gidilmese bile poyraz oda, evi geçindirir, gerekli gıdaları sağlar; sizi dışarıda, kuyruklara, panik-alımlarına sevk etmez. Gönlünü rahat ettirir. Bilirsiniz, poyraz oda herkese hatta konu komşuya, eşe dosta, akrabalara bile yeter. Çünkü Anadolu’da israf edilmez. Bereket eksilmez. Rızkı veren Hüda’dır, kula minnet eylenmez.

Korona karantinaları bizi hangi zorunlu geleneklere götürmüştü? Mutfağı doldurup bir iki hafta idare edecek kadar gıda maddesi alıp koyduğumuz günler geçirmiştik, eski günlerdeki gibi. Gibi gibi. Ekmeğimizi kendimiz yapıyor, Ramazan pidesini fırına atıyorduk. Paylaşıyorduk. Ve bundan gözlemlediğim kadarıyla çoğumuz zevk alıyordu. İlk sokağa çıkma yasağı ilan edildiği o korku ve kaos dolu birkaç saatten eve dönmenin, evde yapmanın, tutumlu olmanın önemini idrak ettiğimiz günlere gelmiştik. Aklımızı başımıza devşirmiştik. “Demodeliği”, “ilkelliği” bugün sağlıklı ve gerekli buluyorduk; hatta başka çaremiz kalmamıştı. Zaruri olarak eskilerin kıymetini anlıyor ve iç geçiriyorduk: Eskiler ne iyiydi, ne güzeldi eskiler.

Karantina döneminde benim için asıl soru şuydu: Zaruriyet ortadan kalktıktan, hayırlısıyla yeni normal şartlarda hayatımızı sürdürmeye başladıktan sonra bile öze dönüşte yüzleştiklerimiz, özlediklerimizi ve yeniden kazandıklarımızı bir kenara bırakacak mıydık? Yoksa eskileri, gelenekleri modern hayatlarımızın bir kenarına iliştirip yaşantılarımızın geri kalanını güzelleştirecek miydik?

Toplumsal meselelerde genellemelerin çoğunlukla bir sığlık içerdiğini aklımda tutarak 1 Haziran’da AVM’ler tamamen açıldığında büyük şehirlerde olan biten kaosu, caddelere uzanan kuyrukları, kısa bir süre sonra bir anda dolup taşan kafe-barları, partileri gördüğümde pek çoğumuz gibi benim de sahip olduğum his, hayal kırıklığına yakındı. Fakat hatırladım ki Anadolu köklerdedir, kökler derindedir. Geleneğe tutunmak derinlik ister. Milyonlarcası arasından bu kısacık dönemde özünü, geleneğini, geçmişini, eskileri yeniden kıymetlendirenler ayrışacak ve bu değerli kültürün taşıyıcıları olacak.

İşte geçmişten geleceğe bir “Poyraz Oda” hikayesi de Turuncu’da böyle rahmet okutacak…

Exit mobile version