Mehmet Akif Ersoy’un torunu Selma Argon: “Dedem Halkın Vicdanıydı”

Dedem birlik olmanın, her an bir arada olmak değil de mili mucadele ruhunu aşılamıştır. Dedem sayesinde 300 den fazla konferans veriyor o ruhu yaşatmaya çalışıyorum ve ülkemin her yerini mümkün oldukça görmeye çalışıyorum. Gerçekten de bizim Ülkemiz her türlü zenginliği ile yaşanması hayret verici, güzel ve zevkli hayran kalınası bir vatan.

İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un torunu Selma Argon ile dedesini, Akif’in aile hayatını, tartışmalara konu olan Kuran-ı Kerim meali yazmasını, Mısır günlerini konuştuk. Anadolu’da ve Avrupa’da birçok konferans veren, şehir şehir dolaşıp dedesini anlatan Selma Hanım Akif’in bilinmeyen yönlerini konuştuk.


Selma Hanım, İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in torunusunuz ve onu anlatıyorsunuz…
Evet, Mehmet Akif’in en küçük kızı Suad hanımın kızıyım. Yaşım 70’in üzerinde ama ailenin hep en küçük kızıydım. Büyük bir memnuniyetle ve onurla dedemle ilgili konferanslar veriyorum. Anadolu’dan Avrupa’ya nereden çağırırlarsa gidiyorum. Belirli bir yaştan sonra başladım dedemi anlatmaya.
Anneniz babasını yani Akif’i özler miydi?
Annem babasından hep gıptayla babacığım diye bahsederdi. Babacığımı anneciğimi çok özledim derdi son dönemlerde… İnsan kaybettiklerini özlüyor. Zaman geçtikçe bir daha gelmeyeceklerinin daha çok farkına varıyorsunuz. Annem dedemin onları çok iyi yetiştirdiğinden bahsederdi. Bir baba düşünün; zamanın okunması gereken tüm kitaplarını çocuklarıyla okumuş, tartışmış. Bilimin, ilimin önemine varmış bir baba. Annem ve kardeşleri çift lisan bilirlerdi. Annem hakikaten çok bilgili bir kadındı, dayım da öyle. Dayım bütün hayatını İngilizce ve Arapçasıyla kazandı bir ömür. Anneme bu ne demek dediğim zaman öyle bir kelime ile geçiştirmezdi. Teferruatıyla anlatır, kökünün nereden geldiğini ne demek istediğini öyle olmaz derdi sen bunu öğren ki bir daha karşına çıktığı zaman cevapla, yani böyle bir ailede yetiştik hepimiz.
Dedeniz Mehmet Akif Ersoy’u nasıl hatırlıyorsunuz?
Dedemi ne yazık ki ancak ailenin anlattıklarından, kitaplarından, arkadaşlarının yazdığı anı kitaplarından anlamaya çalışıyorum. Ben yetişemedim maalesef… Ben 1944 doğumluyum ve o senenin sonunda doğdum. Anneannemi de göremedim o da 1944 yılının başında vefat etmiş, o şansa erişemedim. Doğrusu ikisini de tanımayı çok isterdim. Sadece dedem Mehmet Akif olduğu için değil de anneanne ve dedeyle yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu tatm , onların sevgisini hissetmek isterdim. Herhalde onların bize karşı sevgisi başka türlü olurdu. Büyük babaları, büyük anneleri olan insanlara bakıyorum gıpta ediyorum. Çünkü başka bir güzellik herhalde onlara sarılmak sıcaklığını hissetmek çok farklı olurdu. Dedeciğim diyerek ellerini öpmek yahut anneanneciğim babaanneciğim her ne diye hitap ediliyorsa söyleyebilmek isterdim. Yazık ki onu okuduklarımdan ve duyduklarımdan tanımaya çalışıyorum.


Aslen Kosova’lısınız oradaki akrabalarınızla ilişkileriniz devam ediyor mu?
Dedem Kosovalı tabi… Yani köken olarak kendi tabiri ile yedi kuşak dedelerinden ümmidir. Dedesi Arnavutluk’da doğmuş İpek kasabasına bağlı şusitsa köyünde yaşamışlardır. O dönemde Arnavutluk Osmanlı toprağıdır. Dedesi Tahir Efendi’yi okusun diye İstanbul’a gönderiyor. Dedesi Arnavutluk’ta bir cami yaptırarak oğlu İstanbul’da okuyup gelip o camide vaizlik yapsın istiyor… Demek ki Tahir Efendi dönememiş ya da dönmemiş yahut da İstanbul’da okuyup müderris olmuş. O camiyi ben gördüm. İki defa ziyaretine gittim caminin. Savaş sırasında yıkılmış tabi viran olmuş. Fakat TİKA sağ olsun yeri yaptığı gibi orayı da bir güzel restore ettirdi. İnci gibi bir cami Suşitsa köyünün içinde…
Akif Kuran-ı Kerim meali yazmaktan neden vazgeçiyor?
Dedem Kur’an mealini yazmaktan vazgeçmiyor bitiriyor on bir sene kalıyor Mısır’da, yedi senesini meal ile uğraşarak geçiriyor çok ta güzel olmuş Eşref Edip gittiği zaman okumuş. Diyor ki; anlıyorsunuz ki bu Allah’ın kelamıdır, en ufak bir sapma yoktur. Bir ayetten öbürüne geçerken nerede bitiyor nerede başlıyor anlayamazsınız. Bu kadar mı güzel yapılmış? Büyük alimler meal yaparken belki sayfalar dolusu yapmak isterdi ama o kadar güzel anlatmış ki; bir şiir gibi… Dedem bitiriyor meali fakat hep sayfa kenarlarında düzeltmeler varmış. Gece aklına gelince kalkar bir noktayı düzeltir, ondan sonra bütün meali düzeltirmiş, yani bir türlü tatmin olmazmış. İlk teklif ettikleri zaman diyor ki; bu vebalin altına ben giremem Kuran’dır bu herhangi bir çeviri değil, ya bir noktasında bir yanlış yaparsanız? Bir de Arapçada çok fazla harf var Türkçede olmayan yani bu çevrilemez, ancak diyorlar ki buna siz yorum katmadan meal olarak kabul ettirebiliyorlar. Tefsirini de Elmalılı Hamdi yapacak. O zaman İstanbul’da diyanetle bir anlaşma yapıyorlar. Mısır’a dönmeden bir miktar avans alıyorlar, dedem bir müddet sonra yazmaya başlıyor. İlk gittiği zamanlar Abbas Halim Paşa büyük bir hamisi ona saraylarından büyük bir oda veriyor sonradan iki oğlunu ve karısına Hilvan’da bir yer tutarak ailesini yanına aldırıyor. Abbas Halim paşa O’na o kadar değer veriyor ki bir sözü var ’’ O her zaman bir Abbas halim bulur ama ben bir Mehmet Akif bulamam ‘’ o kadar saygısı var. Kuran-ı Kerim’in mealini bitirmiş ancak İstanbul’dan gelen haberlerde Kuran-ı Kerim’in Türkçe çevirisinin okunması, Ezanın Türkçe okunması, namazların Türkçe kılınması söz konusu olunca benim yazdığım Mealle bunlar okunacaksa halkım için bu en büyük vebaldir, ya ben en ufak bir yanlış bile yaptıysam endişesi taşıyarak kendini sorguluyor ve nasıl Rabbi’min huzuruna çıkar Habibinin yüzüne nasıl bakarım diyerek teslim etmekten vazgeçerek aldığı bir miktar parayı bildiğim kadarı ile ya geri gönderiyor ya da Elmalılı Hamdi Yazır’a teslim ediyor. Bu dönemde vatanından ayrı olmanın verdiği kalp yarası ile siroz hastalığına yakalanınca öleceğini anlıyor yurda dönmek istiyor, ne olur ne olmaz diye meal nüshalarını yanında getirmeyerek Mısır’da yakın dostu olan Ayn Şems Üniversitesinde Profesör Mehmet İhsan efendi’ye emanet ederek şunu vasiyet ediyor; ‘’Ben şifa bulur, sağ salim dönersem eksikleri tamamlar öyle teslim ederiz. Şayet ölürsem bu meali yak.’’. Derler ki yakmaya kıyamadı Yozgat’lı İhsan Efendi hatta bir kopya daha çıkardı sonrasında kendi de öleceği zaman oğluna ‘çekmecede iki defter vardır ikisini de son sayfasına kadar yakın’’ diye vasiyet etti. Mısır sıcak bir iklime sahip olduğu için bir leğen içinde iki arkadaş son yaprağına kadar yakmışlardır.

Ölümünün 50. Seneyi devriyesinde bile traji komik olaylar yaşanmış Mısır’da düzenlenen anma törenleri son anda sudan sebepler yüzünden iptal edilmiştir. Yine de ben O’nun öldüğü dönemin devlet erkânına kırgın değilim Mehmet Akif Ersoy istediği gibi öldü, Ona bunu yapanların adı sanı bile bilinmiyor.

 


Akif’in torunu olduğunuzu kaç yaşınızda hissettiniz? Milli şairin torunu olmak hayatınıza neler kattı? Peki devlet sizi ne zaman hatırladı?
Tabi ki bunu okula başladığımda daha çok hissettim, öğretmenler daha farklı davranıyordu. Okulda öğretmenler küçük yaştan itibaren ilgi ile yaklaşmaya çalışıyorlardı ve ben de onun verdiği heyecanla İstiklal Marşı okunurken önemini anlayarak okumaya çalışırdım. İnsan belirli bir yaştan sonra daha iyi anlıyor. Kitaplarda okuduğundun gibi değil de gerçekten çok önemli dizeler olduğunu ve şairinin ne kadar önemli bir insan olduğunu, ne kadar önemli bir insanın ailesi olduğunu zamanla daha iyi anladım. Öyle bir insanın sadece torunu olmak çok gurur verici. Bana çocuklar Selma anne diyor ben onların Selma annesiysem, O da dedeleri. Dedem hayatını ikinci plana atarak yaşamını milletine vakfetmiş bir insan.
Dedenizin Mehmet Akif’in aile ilişkilerini çocuklarına ve torunlarına yazdığı mektuplardan biliyoruz. Bunları da ağırlık anneniz Suat ve Ablanız Ferda Hanım’a yazmış…
Evet ailemiz peşinde olan hafiyelere yüzünden sessiz sedasız yaşamış hiçbir zaman etrafına yaşadıklarını hissettirmemiş, ön planda olmamışlardır. Bence kalpleri kırıktı. Dedemle iletişimi mektupla sağlamışlar, özlem gidermeye çalışmışlardır. Ailesinden ayrı yaşamanın hasreti onun siroz hastalığına yakalanmasını tetiklemiştir. İstediğimiz zaman çat kapı göremiyorduk ve annem Mısır’a bir kere gidip görebilmiştir. Safahat’te bahsettiği gibi İstanbul aşığı biriymiş biri Mısır’a gitse İstanbul’u anlatsa kıskanır, sapsarı kesilirmiş, vatan sevdalısı imiş. Ablama Ferda kadın şiirini yazmıştır. Safahat’te de Selma adlı şiir vardır. Ve ’’Ferda kadın ‘’adlı şiirinde ‘’zira yarın dünden güzel ‘’diye bir cümlesi vardır. Hep yarına özlem duyan bir Mehmet Akif Ersoy çizmiştir.
Mehmet Akif’in ölümü hazin doludur. Cenazesine devlet erkanından kimsenin katılmaması acı bir durum…
Ölmeden önce İstanbul’a geldiğinde hala yasaklı olduğu için gerçekten hasta olup olmadığı sorgulanmıştır, kadim dostları yalnız bırakmamış ilk tedavisi Alemdağ’ da sonrasında Şişli’ de bir sağlık yurdunda yapılmış, iyice ağırlaşınca Mısır apartmanında tedavisine devam edilmiştir. Tabi ki hafiyeler yine peşini bırakmasa da son dönemlerinde de yeni nesil gazetecilere röportajlar vermiş, gençler onu hiç yalnız bırakmamış ziyaret etmişlerdir. Vefatında kimse ilgilenmemiş yine gençler naaşını kaldırmıştır. Hatta şöyle bir anekdot da aktarılır; İstanbul üniversitesinde okuyan gençler bir bakıyorlar Beyazıt’da bir cenaze üzerinde küçücük bir yazı’’Mehmet Akif Ersoy’’ üzülüyorlar koşuyorlar üniversiteye binlerce genç Türk bayrağına sararak cenazeyi sırtlarında mezarlığa kadar taşıyarak defnediyorlar. Sonrasında o dönemin iktidarı gençleri gözaltına alıyor. Ölümünün 50. Seneyi devriyesinde bile traji komik olaylar yaşanmış Mısır’da düzenlenen anma törenleri son anda sudan sebepler yüzünden iptal edilmiştir. Yine de ben O’nun öldüğü dönemin devlet erkânına kırgın değilim Mehmet Akif Ersoy istediği gibi gençlerin eliyle defnedildi. O gençler sonradan sorguya aldındı. Ona bunu yapanların adı sanı bile bilinmiyor. Hatta Almanya ve Necid Çöllerine giderken Enver paşa ile görüşme yapılması öneriliyor. O ise tüm mütevaziliği ile önce gidelim işimizi yapalım sonra yaptıklarımızı anlatırız diyor. Devletin parasına el sürmemesi de takdire şayandır. İsteseydi yaşam şartlarını çok daha iyi yapabilirdi. Ama onun düsturu dürüstlüktü. Ve bunun en büyük ispatı da gençlik yıllarında birbirlerine verdikleri sözden dolayı arkadaşının erken vefat etmesi durumunda sözünü tutarak arkadaşının çocuklarını büyütmüştür.
Akif’in toplum tarafından gerçekten anlaşıldığına inanıyor musunuz?
Yavaş yavaş anlaşıldığını düşünüyorum. Safahat okurken gençler sadece onun bir şiir olduğunu zannediyorlar. Safahat ders kitabı olmalı. Oysa yazıldığı zaman göz önünde tutularak dümdüz bir adam değil çok yönlü bir adam olduğu o satırları neden, niçin, ne zaman yazdığı araştırılır ve okul müfredatlarına alınırsa topluma çok faydalı olacağını düşünüyorum. Hatta bunun için bir enstitü kurulursa bütün eserleri daha iyi anlaşılacağını umuyorum. Bu günler de bile dedeme çok ihtiyacımız var sanki yazdığı satırlar tekrar dile geliyor, o ruhun diri tutulması gerekiyor, aynı şeyler tekrar ediliyor satır satır yazdığı şeyler bu gün de yaşananların üzerine biçilmiş kaftan gibi oturuyor. Bir dize de şöyle bahsediyor ‘’Evet düşmanı yendik gönderdik ama biz kaybedersek buradan başka gidecek bir karış toprağımız yok, biz hiçbir yere gidemeyiz bu toprağa çok sıkı sarılmalıyız ve de düşmanlar binlerce sene sonrasını düşünerek plan yaparlar.’’. Nitekim de son zamanlarda yaşadığımız olayların tohumlarının çok yıllar önce atıldığına şahit olduk. Onun içindir ki dedem birlik olmanın, her an bir arada olmak değil de mili mücadele ruhunu aşılamıştır. Vatan için mücadele ederken her şeyi bir kenara bırakmayı anlatır. Dedem sayesinde 300 den fazla konferans veriyor o ruhu yaşatmaya çalışıyorum ve ülkemin her yerini mümkün oldukça görmeye çalışıyorum. Gerçekten de bizim Ülkemiz her türlü zenginliği ile yaşanması hayret verici, güzel ve zevkli hayran kalınası bir vatan.

Son zamanlarda yaşadığımız olayların tohumlarının çok yıllar önce atıldığına şahit olduk. Onun içindir ki dedem birlik olmanın, her an bir arada olmak değil de mili mucadele ruhunu aşılamıştır.

Mehmet Akif’in şairliği için bir kesim ‘milli değil, dini şairdir’ diyor. Bu sizi şaşırtıyor mu?
Mehmet Akif Ersoy hem milli hem de dini şairdir. Bir kesim O’nun şair bile olmadığını savunur, aslında dedem halkın vicdanıdır. Halkın içinde olarak onlardan biri gibi yaşamıştır. Sanatı sanat için değil insan için yapmayı seçmiştir. Neyzen’le dostluğu ona Farisi öğreterek başlamış O’da ondan ney sanatını öğrenerek devam etmiştir. Osman Pehlivan’a okuryazarlığı öğretip kendi de güreş öğrenmiştir. İstiklal marşı ve Çanakkale şiiri O’nun ne olduğunu anlatan en güzel olgulardır. Aynı zamanda da aydın bir şairdir. Yazdığı şiirler o dönemi yansıtsa da tüm dönemlerin sıkıntılarına ışık tutmuştur. Çok yönlü bilim adamı ve doktordur. Sanatçı ruhunu kalıba sokmak haksızlık olur. Yazdığı şiirlerin kendi hayatının da bir nakşı olması torunu olarak beni de şaşırtmıştır. Kendi hayatı da başlı başına araştırılması gereken önemli bir şahsiyettir.

Exit mobile version