Piyer Loti’deki 25. Kare

Piyer Loti’nin arka tarafına düşen Çalışkan Sokak’taki tek katlı, iki oda bir sofa evde dünyaya gözlerimi açmışım. Üç yaşımdayken başka bir semte taşınmışız. Fakat ilginçtir, hayatım boyunca gözümün önüne geliveren bir enstantane zihnimi oraya çeker durur. Orası; evin kapı eşiği. Eşikte oturmuş temmuz sıcağının kavurduğu kaldırımı ve sokağı seyreden bir kız çocuğu var enstantanede. Elinde kızamık şekeri ile renklendirilmiş bir kase su muhallebisini yemeye hazırlanan küçücük bir kız çocuğu…

Masallardaki gibi, gerçek hayata dönünce kapı eşiğinden görünen o parlak ışıklı enstantane, küçülüp bir nokta halini alır ve bir filmin son karesi gibi kaybolur gider.

Kız çocuğunun arkasından bakan bir göz olarak kapının çerçevelediği kareden görünen bir iki figür ve arkasındaki beyaz boşluk gözümün önüne ne zaman gelse tuhaf biçimde beni içine çeker. Yakın planda, güneşin alabildiğine parlattığı geniş sokak, karşı komşu Behire ablanın iki katlı şirin evinin tulumbalı bahçesinin yüksek duvarı, duvarın üstünden taşan sarmaşık gülleri, borazan çiçekleri ve meyve ağaçları ve evin saçağı görünmektedir. Onun arkasında zihinsel bir girdap gibi görünen beyaz ve sonsuz bir boşluk… Önce, biraz ileride başlayan Eyüp Mezarlığı’nın yokuşu başında durdurup ufku izletir. Sonra iki yanı mezarlar, serviler ve erguvanlarla çevrili taşlı yoldan aşağı başka âlemlere indirir; gözümü gönlümü türlü zenginliklerle doldurur ve sonra tekrar Çalışkan Sokağa çıkarır. Masallardaki gibi, gerçek hayata dönünce kapı eşiğinden görünen o parlak ışıklı enstantane, küçülüp bir nokta halini alır ve bir filmin son karesi gibi kaybolur gider. Her yaşta, her tekrarda başka bir hikâye yazılır bu filmde. Fakat aynı olan şey, doğduğum evin kapısının çerçevelediği sonsuz ve parlak boşluktur; her defasında yeniden açılan beyaz bir sayfa gibi. Anne- kız yan yana yatanlar, nişanlısına kavuşamayanlar, amansız hastalığa yakalananlar, hayırda yarışanlar, çok uzun yaşayanlar…

Bir gün, öğleden önce, toplam bir günlük bir süre kadar olan ömrümüzün erken saatlerinden birinde yokuşun başından başladım inmeye. Taşlı yolda yürümek çok zordu. Önceki ziyaretlerimde masal ormanındaki hayaletler gibi biraz ürkütücü ama daha çok gizemli bir mesire yerinin huzurlu müdavimleri gibi görünen mezarlar bu kez içlerindeki tükenmiş hayatlarla dikkatimi çekmeye başlamıştı. Anne- kız yan yana yatanlar, nişanlısına kavuşamayanlar, amansız hastalığa yakalananlar, hayırda yarışanlar, çok uzun yaşayanlar… Yaşı yazmayanlar için çıkarma işlemi yapmaktan yorulduğum anlar çok olurdu. Mezar taşı okumak hafızayı zayıflatırmış, mevtanın ismini okuyunca ruhuna Fatiha da okumak gerekirmiş. Nedense herhangi birine okumadan geçersem büyük haksızlık etmiş olacağımı düşünürdüm. Zira hepsinin bana çok ihtiyacı vardı, “bana da, bana da” diye adeta yalvarıyorlardı.

Böyle giderse bu yol bitmez derken tümüne toptan tek Fatiha okumanın yettiğini işittiğim gün daha hızlı yol almaya başladım. Yokuşun orta yerindeki Piyer Loti Kahvesi’nin yüksek basamaklarını annemin elinden tutup çıktığım zamanlarda gözlerim her defasında Piyer Loti’yi arardı. Fransızca bilmediğim için kendisine mahcup olacağımı zannederdim. Oranın Fransa olduğunu düşünürdüm. Ne komik. Peki neden burayı bu kadar sevmişti? Ağaçların arasından Haliç’e doğru bakıp onun gözüyle görmeye çalışırdım çocuk aklımla. Acaba o da Tavşan Adası’ndaki tavşanları görmeye çalışma oyunu mu oynardı.

Osmanlı Dönemi’nde ilk sahibinin “kadın” olması dönemin mülkiyet hakları konusunda dağarcığıma bir katkıda bulunurken, “hatun” olmaması, en azından mülkün sahibesinin entelektüel seviyesi hakkında fikir veriyordu.

Saat biraz daha ilerlemişti. Yokuşun taşlarında ayağımı burkmadan yürüme konusunda tecrübe kazanmıştım. Piyer Loti Kahvehanesinin asıl adının Rabia Kadın Kahvehanesi olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Kahvehaneyi işleten “kadın” değildi. Fakat Osmanlı Dönemi’nde ilk sahibinin “kadın” olması dönemin mülkiyet hakları konusunda dağarcığıma bir katkıda bulunurken, “hatun” olmaması, en azından mülkün sahibesinin entelektüel seviyesi hakkında fikir veriyordu. Bir gün, kahvehanenin biraz yukarısında, o güne kadar önünden kim bilir kaç kez geçtiğim, asırlar öncesinden kalan bir taş duvar fark ettim. Üzerinden katırtırnakları sarkan duvarın orta yerinde küçük, ahşap bir avlu kapısı vardı. Kapının yanındaki küçük tabelada “Kaşgârî Dergâhı” yazılıydı. Büyük keşif. İsmini bildiğim bir mekân yanı başımda imiş ve ben o güne kadar farkına dahi varamamışım. Kapının ipini çektim, açıldı. Taş kaplı avluyu ağaçlar gölgelendirmiş, güller süslemişti. Ortada bir kuyu, ileride bir şadırvan, çeşme, çardak ve sebze tarhları vardı. Buranın bir sahibi olmalıydı. Avlunun solundaki tek katlı dergâhtan kim bilir kimler gelip geçmişti. Geçmeyenler ise son uykularına avludaki hazirede devam etmekteydiler. Bir zamanlar Necip Fazıl burada Şeyh Abdülhakim Arvasi ile neler konuşmuştu? Sohbetleri hangi şiirlerine ilham olmuştu?.. “Duvara, bir titiz örümcek gibi, İnce dertlerimle işledim bir ağ.” dizelerini çok önce yazmıştı, fakat buranın yeni sahipleri örümcekler gibiydi. Saatler sanki yüz yıl önce durmuştu. Ben, üstadın bu dizeleri yazdığı yaştaydım ve zamanda yolculuk yapıyor gibiydim. Bursa’da Somuncu Baba’nın dergahını ziyaret ettiğimde de aynı duyguları yaşamıştım. Yıllar sonra El-Halil’de de aynı hissi yaşayacaktım. Dergah, türbe, avlu ve avlu duvarı oldukça haraptı, fakat yerin ruhu tüm varlığıyla hissediliyordu. Keşke zaman yapıları bu kadar tahrip etmeseydi ya da hiç dokunmadan onarmanın bir yolu olsaydı. Restorasyonların, eserlerin ruhunu yok edip bir lahite dönüştürmesine son vermek için adeta o zamanda yaşar gibi saygı ve sevgi ile, dahası, bilgi ile dokunmak gerektiği kesindi. Acele etmeliydim. Bu, kalan yaşamımda rotamı belirleyen en önemli kararlardan biriydi. Herkesin hayatında rotasını veya rotasındaki kırılmaları belirleyen bu tür anlar olmuştur.

 

Yokuşun aşağısında Hz. Peygamberin hadisi mucibince İstanbul’a gelip fani alemde umduğuna nail olamadan dar-ı bekaya irtihal etmiş sahabe-i kiramdan Eyüp Sultan Hazretleri tahtını kurmuştu, muhtemelen umduğundan çok daha fazlasına nail olmuş olarak.. O’nu seven ve komşu olmak isteyen iki dünyanın sakinleri de etrafında şahsına münhasır bir semt kurmuşlardı. Ölüler dirilere mezar taşlarındaki mesajlarla sürekli hatırlatmada bulunuyor, diriler ölülere Fatihalarla karşılık veriyordu. Şahideler ve ayak taşları, sahiplerinin meşrebi kadar yaşam tarzlarını da yansıtıyordu; kimi heybetli ve vakur, kimi alımlı, işveli ve endamlı, kimi sade; fakat hepsi kıyama durmuş, hatırlanmak istiyorlardı. Kanuni Dönemi’nde en keskin konularda adaletle fetvalar veren Şeyhülislam Ebussuut Efendi’nin köşeleri dahi olmayan şahidesi sadece birkaç yazı kuşağı ile mesajını verirken, neden sonraki şeyhülislamların aile efradındaki hanımlarınkiler Rokoko’nun üst sınırlarını zorluyordu? Mermer su ile oyuluyordu. Hayat da su gibi akıyordu. Her yerde çeşmeler ve sebiller vardı. Maddi-manevi bereket maddi-manevi musluklardan taşıyordu. Eyüp Sultan Hazretlerinin, adıyla meşhur camisinin avlusundaki türbesi yanında bulunan zemzem kuyusu rivayetteki gibi Mekke ile bağlantılı mıydı bilemem ama türbeyi ziyaret eden bazı kişilerin Mevla ile epey yakın bağlantıda olduğunu ayne’l-yakîn görmüştüm. Caminin kıble tarafındaki kabristanın derununda, öğle vaktine doğru halen metruk halde bulunan Darül Kurra, semte yıllarca gönül ve emek veren Nezih Eldem hocanın çok istemesine rağmen “neyhane” olamamıştı. Fakat ikindiye doğru eve dönerken tekrar geçtiğimde, oradan yayılan nefis Kuran tilaveti her iki âlem sakinlerinin ruhlarına adeta işliyordu.

“Seni aramam için beni uzağa attın! Alemi benim, beni kendin için yarattın!”

Zaman daralmıştı. Belki akşam çok yakın. Bu yüzden yokuşu acele çıkmalıyım. Necip Fazıl’ın “Seni aramam için beni uzağa attın! Alemi benim, beni kendin için yarattın!” dizelerine takılmışım, insanlık için yapılacaklar listemi bir kez daha gözden geçiriyorum. Yapabilmek kısmet olur mu meçhul. Zira az ötede yıllar önce inziva halinde iken son nefesini veren ünlü işadamı Üzeyir Garih’in de yapılacaklar listesi epeyce kabarıktı tahminim. Eyüp Sultan hazretlerinin de.. Onları da buraya çeken özel nedenleri vardı muhakkak. Ya Piyer Loti! Aziyade’ye duyduğu sevgi giderek sevdiğinin memleketini sevmeye, kendini o memleketin ferdi gibi hissetmeye mi evrilmişti? Buranın cazibesi bundan mıydı? Yoksa diğer oryantalistler gibi pitoresk bulduğu için miydi?

Bu kısa süreli uzun yolculuklarda her defasında başka zenginliklerle Çalışkan Sokak’a dönmek bana hep iyi gelmişti. Ta ki son dünüşümde tek katlı evimizin yerinde bir apartman görünceye kadar. Rahmetli Behire ablanın evi de değişmişti. Tulumbası kapatılmış, ağaçları kesilmişti. Değişmeyen, zihnimdeki Çalışkan Sokak, zihnimdeki Behire ablaydı. Behire abla Osmanlı kültürüyle yetişmişti. Yolda iki bayanın yan yana konuşarak yürümesinin âdâba aykırı olduğunu ondan öğrenmiştim. Amonyaklı poğaçasını tatmak kısmet olamadı ama âdab-ı hal ziyafetleri hala ruhumu doyurmakta.

Artık başka bir şehirde yaşıyor olsam da, şehirler, ülkeler görmüş olsam da, sık sık, doğduğum ev, doğduğum şehir, memleketim, 25. Kare gibi gözümün önüne gelir, beni oraya çeker ve yeni bir film başlar. Bir tür hayat muhasebesi gibi… Sevdiklerine kavuşma ümidi gibi…

Exit mobile version