Röportaj: Betül Tat
Almanya’ya yolladığımız ilk işçi kafilesinin üzerinden tam 60 yıl geçti. Gurbet, ayrılık, acı vatan sözleri… Sonra birçok farklı anı, tatlı hatıralar, başarılar, emek emek kurulmuş hayatlar, iki kültürün etkisiyle artan renkler… Bazense kaybolan değerler. Hemen her aileye dokunmuş büyük bir hikaye vardı fakat kimse baştan sona anlatmamıştı bugüne kadar. Derken sosyal medyada DiasporaTürk hesabı gurbetçilerin fotoğraflarını ve fotoğrafların hikayelerini anlatmaya başladı. Sonrası mı? Buyurun, Gökhan Duman anlatsın biz dinleyelim.
Gurbetin hikayesine baktığınızda neler görüyorsunuz?
Bu uzun bir serüven aslında. 60 yıl önce başlayan, zamanla şekil değiştiren ve bugün hala devam eden, nefes alan, canlı bir süreç diyebiliriz. 2 yıllığına giden insanlarımız bugün sayısı milyonlarla anılan, geçmişte gurbetçi denilirken bugün diaspora olarak adlandırılan bir serüvenin başrolü oldular. Konuşacak, anlatacak çok şey var. 1961 yılında İstanbul’un Tophane semtinde kurulan Alman İrtibat Bürosu, Almanya’ya işçi olarak gitmek isteyen Türklerin başvurularını alıyordu ve işçi alımının devam ettiği 12 yıl boyunca bu büroya 2 milyon 600 bin insanımız başvuru yaptı. Ve bir o kadarı da Hollanda, Belçika, Avusturya, Fransa, İsveç gibi ülkeler için yollara düştü. Türkiye’nin nüfusunun o dönem 30 milyon civarında olduğunu düşünürsek bunun nasıl büyük bir rakam olduğunu anlarız. Dolayısıyla göç konusunun Türkiye’nin hemen her şehrine, sokağına, mahallesine, Anadolu’nun birçok hanesine derin izler bırakan bir olgu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Aşina olduğumuz, tanıdık bildik, bizden bir hikaye bu. Türkler bir anlaşma çerçevesinde Almanya’ya davetle gittiler. Bu bir emek göçüdür. Bizim dışımızda aynı dönemlerde bu göçün parçası olan başka ülkeler de var. Türk işçiler, İtalya, Yunanistan, Portekiz, İspanya ve Yugoslavya’dan gelen işçilerle aynı fabrikalarda çalışıp, aynı işçi yurtlarında kaldılar. Hepsine verilen ortak bir isim vardı. Onlara “gastarbeiter” yani “misafir işçi” deniliyordu. Belli bir süre çalışıp ülkesine dönmesi beklenen kişiler oldukları için onlara misafir demeyi uygun buluyorlardı. Şimdi geriye dönüp baktığımızda bu sözcüğü en az sahiplenenlerin Türk işçiler olduğunu görüyoruz. Türkiye’den Almanya’ya işçi olarak giden bir Türk kendini misafir işçi olarak tanımlamıyor. Nedenini tam bilmiyoruz ama dönemin gazete arşivlerine, edebiyat eserlerine baktığınızda da bu kavram çok sahiplenilmemiş. Belki misafir ve işçi kavramlarının yan yana getirmek bize pek uymamıştır. Zihnimizde eğreti durmuş olabilir. Misafirin bizim kültürümüzdeki yeri başkadır.
Misafir çalıştırılmaz, en iyi şekilde ağırlanır. Misafir işçi yerine biz uzun yıllar “gurbetçi” sözcüğünü kullandık. Ne ifade ettiği bir seferde anlaşılan, içi dolu, sıcak bir sözcük. Gurbet ve gurbetçi kavramı yurtdışına giden insanlarımızla özdeşleşti. Öyle ki bugün bile bu sözcükler hala kullanımda ve hayatın içerisinde. Bir yanda da şöyle bir durum var; kimliklerinde doğum yeri olarak yabancı şehirlerin adları yazan yeni nesillere “gurbetçi” demek çok gerçekçi olmuyor. Yurtdışındaki Türkler için artık daha çok diaspora kavramı kullanılıyor. Sonuçta diaspora kavramını en basit anlamıyla; “kendi anavatanlarının dışında yaşayıp, anavatanlarıyla bağlarını sürdürenler” şeklinde ele alırsak mesele kolayca anlaşılıyor.
Meşhur Almacı sözü, kırmızı Mercedes, çikolata ve ayrılık vakti… Gurbetçilerin bavullarında getirdikleri Anadolu sosyolojisinde ne gibi değişimlere neden oldu?
Kırmızı Mercedes, çikolata, radyo, bavul, fötr şapka gibi gurbetçiliğin sembolü sayılabilecek birçok obje var. Hem göçenler için hem de kalanlar için bir anlam ifade ediyor. Hepsinin toplumda bir karşılığı var. Biriktirdiği ilk parayla hemen bir otomobil alan, çeşit çeşit hediyelerle memleketinin yolunu tutan göçmen işçi çevresine ve ailesine bir şey anlatmak istiyor. Bakın ben boş yere gurbete gitmedim, karşılığını katbekat alıyorum, artık zenginlerinki gibi bir yaşamım var demek istiyor. Aslında çok ağır şartlarda, madenlerde ve fabrikalarda çalıştıklarını ve yine kalabalık yurt odalarında zor bir hayat sürdüklerini biliyoruz. Yalnızca geçim derdi olan, lüksten uzak bir yaşantı süren Anadolu insanı, bir anda yan komşusunda kapısında son model otomobili, üzerlerindeki parlak kıyafetleri, evindeki renkli televizyonu ve belki hayatlarında ilk kez karşılaştıkları elektronik eşyaları görünce bu onlarda da bir uyanışa neden oluyor. Acaba biz de yapabilir miyiz, gurbet bize de şans getirir mi diye sormaya başlıyorlar. İlk gidenlerin memlekete dönüşleri öyle şaşalı oluyor ki, o dönem yurtdışına gitme konusu neredeyse her evde, kahvehanelerde, sokakta ve günlük yaşamda hemen her gün konuşulan ve kendi sosyolojisini de beraberinde getiren bir sürece evriliyor. Çikolata deyip geçmemek lazım. O çikolata bir süre sonra size tren bileti olarak geri dönüyor ve bambaşka bir yaşantının kapılarını aralıyor.
Yalnızca 2 yıl için gidenler, nasılsa döneceğiz düşüncesiyle evine uzun süre eşya almayanlar gittikleri ülkelere nasıl kök saldı? Dönme hayalinin ertelenmesinin arka planında neler vardı?
Bir göçmen kadın şöyle demişti: “Dönemeyeceğimi anlayınca memleketteki evim için aldığım tüm eşyaları paketlerinden çıkarıp kullanmaya başladım. Artık onlar da benim gibi yaşlanabilirlerdi.” Acaba dönemeyeceğini nasıl anlamıştı bu kadın? Evet ilk gidenlerin hemen hepsi kısa süreliğine gidip para biriktirip dönmek maksadıyla gittiler. Çalışmak ve biriktirdikleri parayla birlikte memleketlerine geri dönmekten başka bir beklentileri yoktu aslında. Sayılı gün değil miydi? Çabuk geçerdi. Ancak o beklenen gün bir türlü gelmedi. Yeni dertler, yeni ihtiyaçlar, başka yetirmeler çıktı ortaya. Daha fazla çalışıyor, tatil günlerinde bile izin kullanmıyorlardı. Aile birleşimlerinin başlamasıyla durum değişti. Kimlik kartında doğum yeri kısmında Berlin, Brüksel, Paris, Köln yazan çocuklar dünyaya gelmeye başladı. Gittikleri ülkenin dilini anadili gibi konuşan, oranın okullarında eğitim alıp orada hayatını kazanan yeni nesillerle birlikte dönüş hayali rafa kaldırılmış oldu. İlk giden nesil çocuklarını ve torunlarını orada bırakıp dönmeye razı olmadı. Yerleştiler ve kök salmaya başladılar. Belki onları anlamak adına kendimize şunu sorabiliriz: Ben olsam onları bırakıp geri dönebilir miydim?
DiasporaTürk’ün oluşum süreci nasıldı? Hangi duygu sizi yola çıkardı?
Yaklaşık 4 yıl önce başladık DiasporaTürk’e. Göç fotoğraflarını paylaşarak aslında yeterince ilgi görmemiş ve uzun yıllar boyunca ihmal edilmiş yurtdışında insanlarımızın hikayelerine dikkat çekmek istedik. Paylaşımlar kısa zamanda ilgi gördü. Göç konusu hayatımızın çok içerisinde olan, yanı başımızda duran bir konu. Hemen herkesin ailesinde, komşularında ya da çevresinde yurtdışında yaşayan, gurbeti, göçü, göçmenliği bilen birileri var. Böyle olunca sosyal medyanın etkisiyle insanlar yavaş yavaş bizi fark etmeye başladı. Galiba hem eski fotoğraflar cezbediyordu, hem de kendi ailelerinin ya da tanıdık kişilerin göç hikayeleriyle bir bağ kuruyorlardı. İlk başlarda sahipsiz diyebileceğimiz, tozlu arşivlerde kalmış fotoğrafları, hikayeleri ortaya çıkarıp yayınlıyorduk. Ancak zamanla e-postalar ve mesajlar almaya başladık. İnsanlar kendilerine ait eski fotoğrafları ve hikayelerini göndermeye başladılar. Almanya, Hollanda, Belçika, Avusturya, Fransa ve diğer ülkelerden fotoğraflar, anılar ve hikayeler geliyordu. Şimdi artık geniş bir arşive sahip olduk diyebiliriz. DiasporaTürk gönüllük üzerine çalışan bir sosyal medya ailesi. Aile diyorum çünkü yurtiçi ve yurtdışından gönüllü olarak katkı sağlayan, anne babalarının, dedelerinin, ninelerinin anılarını, hikayelerini, fotoğraflarını paylaşan birçok insan var. Onlarla bir aile gibi olduk. Yurtdışında yaşayan Türklerin göç hikayelerine dair paylaşımlar yapıyoruz. Yurtdışında altı milyondan fazla vatandaşı olan bir ülke için göçün toplumsal hafızası ve görsel tarih adına yeteri kadar çalışma yapılmadığını düşündük. DiasporaTürk’ün çıkış noktası bu. Böyle bir sayfa açarsak hem göç tarihini canlı tutmuş oluruz hem de buraya gelecek yeni bilgilerle bir arşiv çalışması yapmış oluruz dedik.
Sosyal medya hesabından başlayan çalışmalar kısa zamanda kitaba dönüştü. Türkiye’de gurbetin takipçisi bu kadar çok muydu?
Her şeyden önce ortak bir duygu, ortak bir dil yakaladık diye düşünüyorum. Bu ortak duyguyu hissedenler fotoğraflarını ve hikâyelerini göndererek paylaşmamızı istiyorlar. Biz de severek paylaşıyoruz. Fotoğraf yollayanlar genelde birinci veya ikinci neslin çocukları ve torunları oluyor. Özellikle ilk nesillerin çok fazla zorluk çektiklerini, ailelerine bakabilmek için ağır şartlarda çalışıp, kalabalık yurt odalarında yaşadıklarını biliyoruz. Şimdi belki onların çocukları bu fotoğrafların gün yüzüne çıkmasından mutlu oluyorlar. Bir ahde vefa gibi… “Bakın şu kırmızı Mercedesli adam benim babam, bizim için yıllarca çalıştı gurbette” diyor, gurur duyuyorlar. O fotoğrafların hepsinin yaşanmışlığı, duyguları, anısı ve değeri var. Ailelerin olduğu kadar bizim için de bir o kadar önemliler. Bunca birikmiş anı, fotoğraf ve hikaye varken kitaplaştırmamak olmazdı. Tarihe küçük de olsa bir not düşmüş olduk. Unutulmaya yüz tutmuş tozlu raflardan, gözümüzün önünde duran kitap raflarına uzanan bir ahde vefa işi diyebiliriz.
Peki biz gurbet hikayelerini neden bu kadar seviyoruz?
Aslında ben buna insan hikayesi demeyi tercih ediyorum. Biz halisane bu topraklara ait insanların hikayelerini anlatıyoruz. İçerisinde birçok duyguyu birlikte barındırıyor. Kimi zaman birbirine özlem duyan bir karı kocanın hikayesi, kimi zaman madende ağır şartlarda çalışan bir babanın hikayesi, kimi zaman da babasından gelen hediyeyle havalara uçan bir çocuğun hikayesi karşılıyor sizi. Bize ait olan ve hamuru bizim topraklarımızdaki suyla yoğrulmuş hikayeleri hemen fark ediyoruz. İşte bu olsa olsa bizden çıkar diyoruz. Bu hikayelerin birçoğunun bizde bir karşılığı var. Ya kendimiz benzerini yaşamışızdır, ya akrabalarımız, komşularımız arasında yaşayanlar vardır. Öyle olunca bir nevi kendimizi o hikayede görünmez bir yere konumlanıyoruz ve orada yansımamızı görüyoruz.
Özellikle birbirinden ayrı kalıp, birbirine özlem duyan insanların hikayeleri daha çok ilgi görüyor. Radyo, bant ve mektup hikayeleri başı çekiyor. Düşünün ki, telefon yok, mektup yazıyorsunuz 2-3 haftada zar zor geliyor, aklınız hep evinizde. Çalıştıkları fabrikadan yorgun argın gelmiş bir grup işçi yurt odasında dinleniyor. O sırada ellerinin altında olan ve o zamana kadar Almanca, İtalyanca ya da başka dillerde şarkılar çalan radyodan bir anda Türkçe bir ses duyuyorlar. Hiç beklemedikleri bir anda “Burası Türkiye’nin Sesi Radyosu” diye sesleniyor radyo. Arkasından da bir Anadolu türküsü çalıyor. Belki Nida Tüfekçi’den ya da Yücel Paşmakçı’dan kim bilir. Olur da frekansı kaybederiz diye radyonun düğmelerini tutkalla yapıştırıyorlar. Radyoyu duvara sabitliyorlar ki kimse oynayıp da Türkiye frekansını bozmasın. O an yaşadıkları duyguyu bugün biz ne kadar anlayabiliriz? Yine bir diğeri bant hikayeleri. Biliyorsunuz bir ara mektup yerine bant doldurup göndermek moda olmuştu. Seslerini kaydedip ailelerine gönderiyorlardı. Bunlarla ilgili iki anekdot o dönemi anlamamıza belki yardımcı olur.
“Sesini banta çekip teyple yollamış. Aynı banta konuş, sen de gönder demiş. Kıyıp da sesinin üstüne konuşamadım. Ona yine eskisi gibi mektup yazdım.” “Almanya’dan bant gelmiş, bütün ev teybin başındayız. Eşim bantta iyisiniz inşallah diyor bütün ev ‘iyiyiz iyiyiz’ diyor, köye kar inmiştir diyor, herkes ‘indi indi’ diyor. En son anasını, babasını herkesi andı, kalanlara da hasretle selam ederim dedi. İşte o kalan bendim.”
Kadınlar hep geride kalan gibi anlatılır… Fakat gurbette birçok kadın var olma mücadelesini verdi. Kadınların yaşadıklarını görülmez yapan nedir?
Haklısınız göçmen kadınların hikayeleri pek bilinmez. Gurbete giden kocasının arkasından el sallayan; kucağındaki çocuğuyla ne yapacağını bilmeyen bir kadın tahayyülü vardır hep aklımızda. Filmlerde, kitaplarda, gurbet şarkılarında ve türkülerinde durum çoğunlukla böyledir. Kadın hep ‘geride kalan’, yol gözleyen, sabır ve metanetle kocasını bekleyendir. Oysa baktığımızda 57 yıllık göç serüvenin tam ortasındadır kadınlar ve tek rolleri beklemek değildir. Avrupa’nın hemen her yerinde fabrikalarda, atölyelerde, zor ve ağır işlerde çalışıp ömür çürüten; aynı zamanda evine annelik yapıp orayı sıcak bir yuva haline getirendir. Onlar da en az erkekler kadar bu göç serüveninin gerçek kahramanlarıdır. Peki onları görünmez yapan şey nedir? Aslına burada erkek ya da kadın olmanın daha öncesinde bir perde çıkıyor karşımıza. O da göçmen olmak. 1970’lerde Avrupa’nın her yerinde 8 milyondan fazla göçmen işçi vardı ve o dönem Avrupa için onlar her şeyden önce “işgücü” demekti. Oysa Max Frisch’in meşhur sözüyle anlatacak olursak: “Biz işçi istedik, onlar insan gönderdi.” diyor. Yani kadın olmanın, insan olmanın öncesince işçi olarak nitelendirildiğiniz bir dönemden bahsediyorum. Üzerinizdeki bu perdelemeyi atsanız bile karşınıza bir başkası çıkıyor. Erkek işçilere 4 mark ödenen yerde kadın işçilere 2 mark ödeniyordu. Avrupa’nın genelinde daha az ücretle ve daha kötü koşullarda çalışan milyonlarca kadın işçi vardı. Öyle olunca kadınların hikayeleri de toprağın derinliklerine gömülüyordu. Şimdi yeni yeni gün yüzüne çıkıyor. Biz de buna aracılık etmekten mutluyuz.
Türklerin Almanya yolculuğunu en iyi anlatan film sizce hangisi?
Kesinlikle Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın başrolde oynadığı Dönüş filmidir. Hiç Almanya sahnesi olmadığı halde o süreci, gidenleri, kalanları, arada kalmışlığı, dağılan aileleri, aşkı, hasreti, özlemi kısacası göçün neredeyse tüm köşe taşlarını anlatmaya mahir olmuş bir filmdir. Yine bu film için bestelenen ve Seha Okuş’un o kadife gibi sesinde hayat bulan “Hasretinle Yandı Gönlüm” şarkısını da anmadan geçmeyelim. 11. Peron kitabını hazırlarken belki yüzlerce kez dinlediğimi de itiraf edeyim.
Kadınların ve çocukların gurbeti nerede başlıyor?
Aslında bu bölümü onların ağzından dinlesek sanırım cevabını fazlasıyla öğrenmiş oluruz.
–Babam 33 yaşında madende göçük altında kalıp hayatını kaybetti. Annem Almanya’dan kesin dönüş yaparken yanında 4 çocuğu ve babamın cenazesi vardı. Sobalı evimizde ne zaman yere kömür taneleri döksek, “babacığınız bu yolda göçüp gitti, alın onu yerden” derdi annem. (Esma)
–1973 yılında annem üç çocuğunu anneanneme bırakıp Almanya’ya babamın yanına gitmiş. Düzen kurunca onları da yanına alacakmış. Onlarsız yediği her lokma boğazına dizilirmiş. Annem çocukları olmasa da her sofraya üç yavrusu için kaşık koymaktan hiç vazgeçmemiş. (Beril Semih)
–Babam Zürih’ten bir bant göndermiş, oradaki günlerini anlatıyor. En son diyor ki “Hanım arka yüzünü yalnızken dinle.” Gece annemin sessizce ağladığını duyuyorum. Babam fonda bir şarkı söylüyor: Bilsen uzaklarda kimler ağlıyor, gelemem sevdiğim felek koymuyor. (Şilan Tirman)
–Bütün çocukluğum anneme sarılabileceğim, sesini duyabileceğim yaz tatilini beklemekle geçerdi. 11 ay boyunca onu beklerdim. Sonra bir yaz günü çıkagelirdi. Daha ben ona doyamadan da bir rüya gibi hayatımdan çıkıp giderdi. Benim çocukluğum annemi beklerken yaşlandı. (Adem)
– Yolculuğumuz 2-3 gün sürerdi. Biz arkada rahat ederdik ama babamız şoför koltuğunda perişan olurdu. Haline üzülür dikiz aynasına bir salkım üzüm asardık. Uykun gelirse kopar kopar ye derdik çocuk aklımızla. Uyandığımızda üzüm bitmiş olurdu. Ama o yol bitmezdi. (Zeynep Karasu)
– Türkiye’ye giderken yanımıza bir sürü yiyecek alırdık. Ama annenim özenle hazırladığı çikolata paketine hiç dokunmazdık. Kapıkule’de nöbet tutan askere verirdi onu. Asker nöbette olduğundan gözüyle işaret ederdi, ayak ucuna bırakır yolumuza öyle devam ederdik. (Oğuz Tuncay)
– Babam izne gelememiş o sene, annem de ona bir kazak örüp göndermiş. Babam kazağı aldığında içine saç tellerinin işlendiğini fark etmiş. O sene annemin saçı çok dökülürmüş, düştükçe kendiliğinden içine işlenmiş. Babam da hepsini toplayıp saklamış. (Nebahat Ülger)
– Babam radyo yayını teybe kaydetmeyi öğretmişti. Her gün o mesaideyken Türkçe haberleri, şarkıları, türküleri teybe çekerdim. Babam işten gece 1 gibi gelir, salonda sessizce kaseti dinler, öyle yatardı. (Eflatun Demirci)
– Babam Almanya’ya giderken bavulunun içine girer ‘Ne olur beni de götür, sana orada menemen yaparım’ derdim. Şimdi ben de baba oldum ve babamın buna nasıl dayandığını anlamaya çalışıyorum. (Bülent Çoruk)