Bir kitap okudum, hayatım değişti”, “Bir film seyrettim, hayatım değişti” derler, hayata bakış açıları hızla değişen insanlar. Yoksa hayat dediğimiz şey öyle kolay değişmez tabii. Bazen de mecburiyetler değiştirir insanın hayatını…
MECBUREN
Yurtdışında yaşadığım beş yıl benim için tam olarak böyleydi. Mecburiyetten ‘Minimalist’ oldum. Tek çocuklu bir aile olarak kendi kararımıza bırakılmayan –Üç kişilik ailelere verilen evlerin metrekaresi belli- metrekare hesabına göre bir oturma-yaşama alanı bulduğuma şükredip, misafir odası alışkanlığıma ‘Elveda!’ dedim. Nasıl olacaktı da asil mavi kanlı misafirlerimi, bizim her gün oturduğumuz odada ağırlayacaktım? Çocuğum küçük değildi, evcil hayvanım yoktu, ne kadar kirletebilirdik neticede… Olsun yine de kapısı kilitli, sadece misafirlerin oturacağı bir odam olsaydı keşke diye epey hayıflandım. Türkiye’den ayrılırken dört senede kendi başımıza dört kere bile oturmadığımız misafir odasını tasfiye ederken çok üzülmüş, son bir haftamı özene bezene seçip hiç kullanamadığım koltuklarda oturarak geçirmiştim. Ama olsun yine de aile üyelerinin kullanmasının yasak olduğu, müze evimin en kıymetli bölümü olacak bir misafir odam olsaydı, iyiydi.
SEVİMLİ MÜFETTİŞLER
Keşke tek sorun misafir odası olsaydı! Yeni yaşamımız, misafirler için ayrı yemek takımı, ayrı çatal bıçak takımı gibi şeylere de izin vermiyordu. Bu yeni ülkede geçici olmamız sebebiyle yalnızca acil ve gerçek ihtiyaçlarımızı alacaktık ve misafirlerin kullanacağı ayrı çatal bıçak takımı gerçek bir ihtiyaç değildi. Yani değilmiş! Oysa o güne dek bunların hayati ihtiyaçlar olduğunu düşünüyordum. Aniden gelen ve evimi bal döküp yalanacak seviyede göremeyecek olan misafir korkulu rüyamdı.
Neticede misafir dediğimiz şeyler, bir yerde evimizi denetlemek için gelen sevimli müfettişlerdir. Gelmişken de çay içip muhabbet ederiz. Tam olarak böyle düşünüyordum. Yoksa neden misafirler için sterilize edilmiş, ev halkı olarak kullanmak şurada dursun dokunamadığımız eşyalarla dolu özel bir alan ayarlamaya çalışacaktım ki!
MİSAFİRLE EŞİT ŞARTLARDA
İçine itildiğim minimalist düzen, iş yükümü azaltsa da zaman zaman eski müze evimi özlüyordum. Müze evimden uzaktaydım ve salata yaptığımda koyacak 17 tane alternatif salata tabağım yoktu. Senede bir kez bile sıra gelmeyen fincan takımlarım da yoktu. Üstelik biz ve misafirler aynı fincanları kullanıyorduk.
İteklenerek sokulduğum minimalist düzen ve zaman; kol kola girerek bana öğrettiler ki, misafir ağırlamak için düzinelerce tabağa, çatala, bardağa gerek yokmuş. Üç tencere, on tabakla da misafir ağırlanıyormuş. Tabii yemekleriniz de lezzetli olursa bonus puan kazanıyorsunuz. Hiçbiri yoksa; tatlı dil, güler yüz!
HAYATIMDAN ÇIKARDIM
Kocaman ve içi bir dünya gereksiz eşyayla dolu bir eviniz yoksa; misafiriniz gelecek diye günler öncesinden stres yapmanıza gerek kalmıyor. Yeni minimal hayatım ve minimal evim sayesinde; toparlama ve temizleme için harcadığım zaman neredeyse yarıya indi. Zaman ve iş yüküyle doğru orantılı olarak yaşadığım stres de azaldı. Geçici yaşama durumu sebebiyle ‘Nasılsa almayacağım’ diyerek ev eşyaları alışverişini de hayatımdan çıkardım. Meğer yalnızca ‘Evim’ için ne kadar çok zaman harcıyormuşum!
‘MİSAFİR HAVLUSU’ GİTTİ
Artık ‘Günlük’ ve ‘Misafirlik’ diye kategorilere ayırdığım hiçbir şey kalmamıştı; evimizde kast sistemi fiilen ve hukuken kaldırılmıştı. Misafirler ve ev halkı olarak biz; aynı koltuklara oturuyor, aynı tabaklardan yemek yiyor ve hatta aynı havluları kullanıyorduk. Ülkemiz kadınları için devrim niteliğinde bir şey yapmış ve ‘Misafir havlusu’nu da tedavülden kaldırmıştım.
“Keşke misafirlerim için hiç kirlenmeyen ve kullanılmayan ayrı bir evim olsa, oraya kimse girmese biz başka bir evde yaşasak” diye düşündüğüm zamanlardan bu günlere nasıl gelmiştim bilmiyorum. Ama sonuç olarak geldiğim yerden oldukça memnundum.
Benim böyle minimalist oldum çok mutluyum sözlerime bakmayın, gerçek minimalistler duysa “Böyle minimalist olmaz!” der, tefe koyarlar beni. Çünkü onlara göre asla yeterince minimalist olamıyoruz. Hep daha sade olmanın ve ‘Gerçek ihtiyaç’ olgusunun peşindeler. İtiraf etmeliyim ki, hala ihtiyacımın dışında alışveriş yapıyor ve yaşam alanımı düzenlerken kendi konforum dışında şeyleri düşünebiliyorum.
BİZE PEK UYMUYOR
Esasen 1960’larda bir sanat akımı olarak ortaya çıkan minimalizm; mütemadiyen popüler şeyler bulan ve arkasından koşan günümüz insanı için bulunmaz bir nimet oluverdi. Türkçe’ye ‘Sadecilik’ olarak çevirebileceğimiz ama güzel ülkemin güzel insanlarının fıtratına çok da uymayan bu akım, özellikle Uzak Doğu’da almış yürümüş. İki çatalla yaşayan insanlar var. Bizim memleketin evsizleri bile o kadar sade olamaz! Yatak odasında sadece bir yatak olan -halı, perde, ıvır zıvır hiçbir şey yok- insanlar var. “Misafir gelirse nerede yatar” diyerek evini yatak yorganla istifleyen yurdum kadınına göre değil tabii bu işler.
Pişirme, kirletme işlemleri orada yapılsın, diğer mutfak tertemiz dursun diye, mutfak içinde gizli mutfak olan evler gördü bu gözler. Zaten canım memleketimin güzide insanları olarak kullanmayacağımız, ama güzel görünsün diye aldığımız eşyalarla meşhuruzdur.
Hasılı, elin Japon’u gibi iki çatal bir döşekle yaşamayız belki ama şu müze evlerimizin içinden çıkıp bir hayata karışsak nasıl olur?