RÖPORTAJ: SÜMEYYE AYAR TUZ
Doğumundan İtibaren birlikte çıktıkları bu Özel yolculukta, kızı Nazlı için verdiği mücadeleyi başka hayatlara da dokunduran çok özel bir yürek… Mim Kemal Öke, “Cenab-ı hakkın yarattığı bir mucize olan insan, aldıkça değil verdikçe mutlu olur. Mutluluğu ve huzuru yakalamak istiyorsanız o zaman verin. Bu çocuklar bize iyiliği hatırlatıyorlar. İnsan iyilik yaptıkça huzur bulur.
Hayır hasenat yaptıkça anlamını bulur. Ki ben onu buldum kızım Nazlı ile beraber” diyor.
Akademisyen ve yazar Prof. Dr. Mim Kemal Öke pek çoğunuzun yakından tanıdığı çok önemli bir isim. Cambridge Üniversitesi’nde yüksek tahsilini tamamlayıp, Boğaziçi Üniversitesi’nde profesör oldu. Cumhurbaşkanlığı danışmanlığı döneminde Turgut Özal ve
Süleyman Demirel ile çalıştı. Bu satırlara sığamayacak kadar çok başarıyı kazanmış bir insan olarak, kendini her şeyden öte Nazlı’nın babası ve “zamane dervişi” olarak tanımlıyor. Prof. Dr. Mim Kemal Öke ile biricik kızı Nazlı’yla başlayan hikayesini ve engelliler için kurduğu Yara(r)lı Ceylanlar Kulübü’ndeki çalışmalarını ve daha fazlasını sizler için konuştuk.
Yara(r)lı Ceylanlar Kulübü’nde özel gereksinimli (engelli) çocuklara yönelik çok güzel faaliyetler yürütüyorsunuz. Okurlarımız için biraz bahsedebilir misiniz? ‘Yara(r)lı Ceylanlar Kulübü’ nedir, neler yapılmaktadır, gönüllü olarak nasıl destek olunabilir, sizden dinleyebilir miyiz?
Şöyle söyleyeyim kelimelerimiz yaralı (ve yararlı) ile ceylan. Bunların her birinin kendi içerisinde bir manası var. Kızım Nazlı’nın doğumundan itibaren eşimle birlikte, onun gelişimi için yapılması gereken her şey için uğraştık. Bir ebeveyn olarak yapmamız gereken şeylerdi bunlar.
Nazlı normal bir okula gitti, iki yabancı dil öğrendi. Ancak sizlerin de gayet iyi bildiği gibi toplumun aşırı reaksiyonları neticesinde, ergenlik çağına geldiği dönemde korkunç bir uçuruma yuvarlandık. Toplumun olumsuz bakışı, kendisinin ergenliğe girişi, farkındalığının artması, “Niye ben böyleyim, niye bana böyle davranıyorlar?” diye düşünmesi depresyona girmesine sebep oldu. Bu çok ağır bir depresyondu. Konuşmayı kesti, bütün kazanımlarımızı kaybettik.
Sonra birileri ritim terapinin iyi geleceğini söyledi. Ve Nazlı’yı ritim terapisine götürdük. Gönüllü bir beyefendi davullar çalarak ritim terapi yapıyordu. Ben biraz hareketli bir babayımdır, seyirci kalmaktan hoşlanmam, hemen oyunun içerisine kendimi atmak isterim. Orda da nasıl yapılıyor diye araştırmaya başladım. Bilim adamlığı ve onun getirdiği merak ile ritimleri öğrendim.
Hayatında hiç müzik bilmeyen bir insan olarak vurmalı çalgıları öğrendim. Daha sonra bu işin folkloru üzerinde de durmaya başladık. Sadece kızım Nazlı değil, Nazlı gibi çocuklara aşağı yukarı on beş yılı aşkın zamandır müzik terapi yapıyorum.
Bunun içerisinde üçlü bir boyut var; bunlardan bir tanesi ritim vurabilmek. İkincisi koro faaliyeti yani söyleyebilmek, üçüncüsü de vücutla bunu ifade edebilmek. Tabi ki bu da folklor, dans ve sema gösterileri. Gönüllü olarak çocuklarla 4 değişik yerde çalıştım.
Ben tek başıma bu işi yaparken etrafımda yardım etmek isteyen insanlar oluşmaya başladı. Bazı ebeveynler “Biz de katılalım, öğrenelim, çocuğumuzla beraber meşgul olalım.” dediler. Daha sonra benim öğrencilerimden, yakınlarımdan, sevdiklerimden, dostlarımdan katılmaya başlayanlar oldu. Sonra buna bir isim arayışına girdik.
Yaralı ceylan türküsü çok hoşuma gidiyordu oradan yola çıkarak buna bir amblem bulduk. Amblemi yaparken bir arkadaşımız “Bunlar yaralı ceylanlar değil yaraRlı ceylanlar.” dedi. Çünkü aslında terapiyi yapan biz değiliz onlar. Engelli çocuklar bize terapi yapıyor. Onlar bize insanlığımızı hatırlatıyorlar. Allah defolu mal yaratmaz. Dolasıyla bu çok önemli bir husus. Biz yaralı ceylanlara ‘yararlı ceylanlar’ dedik. Ceylan figürü de tasavvuftan gelmektedir. Ayrıca ceylan figürü Anadolu mitolojisinde de çok yer almaktadır.
Engelli bir çocuğunuz olduğu vakit kendinizi ilk özdeşleştirdiğiniz şey ‘yaralı bir ceylan’ oluşunuzdur. Hem çocuk öyledir hem de siz öylesinizdir.
Çocuğun içerisinde bir yara vardır, yani insanlar ona baktığı vakit o kendini çok yaralı hisseder, çok üzülür. Aynı zamanda siz kendi çocuğunuz bu durumda olduğu için, o üzüldüğünden dolayı daha çok üzülürsünüz, kahrolursunuz. İki yaralı ceylan buluşur bu şekilde.
Yararlı Ceylanlar bir kulüp. Biz sivil toplum örgütü değiliz. Bizim herhangi bir tüzüğümüz vs yok. Ama bizimle birlikte aynı kalbi paylaşanlar bizimle beraber olabilirler. Çok yakın bir zamanda Yararlı Ceylanlar kulübünün bir adım ötesine giderek Fatıma Ana Şifa Vakfı’nı kurduk. Darüşşifalar bizim eski yitik geleneğimiz. Yapılması gereken bunun ihya edilmesidir. Biliyorsunuz Peygamberimiz (sav)’in kızı Fatıma Anamız öksüz, yetim ve engellilerle ilgileniyordu. Sürekli onlara iyilik yapıyordu.
Dolayısıyla biz onu örnek aldık kendimize, onun anaçlığını örnek alarak bu vakfı kurduk. Hatta bu minvalde dest-i kevser diye Hz. Fatıma’ya yönelik mevlitleri bulduk. Onunla ilgili ilahileri çıkardık. Ve ilk defa bir mevlit albümü yapıldı Türkiye’de. Bu vakfımızın Hz. Fatıma’dan adeta destur alırcasına bir kadir şinaslığı oldu.
Şu an çalıştığımız yer Ataşehir’de, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı bir yer. Büyük bir merkez var, Metin Sabancı Merkezi; orada çalışıyoruz. Sadece verdiğimiz dersler bunlar değil, drama dersleri de vermeye başladık. Bununla beraber orada kukla dersleri de veriyoruz ama artık online tabi. Etkinliklerimiz devam ediyor.
Herkes soruyor biz ne yapabiliriz diye. Ben de dönüyorum bizim yararlı ceylanlara diyorum ki “siz bu insanlara bir şey yapabilir misiniz?” Onlar o kadar mahir oldular ki, etrafımızda ihtiyacı olan başka çocukları da eğitmeye başladılar. Biz sizin için ne yapabiliriz diye sorulması çok güzel bir şey tabi. Aslında kendi için ne yapabilir insan diye düşünmek lazım. Çünkü Cenab-ı Hakkın yarattığı bir mucize olan insan, aldıkça değil verdikçe mutlu olur. Mutluluğu ve huzuru yakalamak istiyorsanız o zaman verin. Bu çocuklar bize iyiliği hatırlatıyorlar. İnsan iyilik yaptıkça huzur bulur. Hayır hasenat yaptıkça anlamını bulur. Ki ben onu buldum kızım Nazlı ile beraber. İlk aşamada yapmanız gereken böyle bir ihtiyacı hissetmektir. Bu ihtiyacı hissettiğiniz vakit de yapılacak en güzel şey en yakınınızdan başlayarak iyilik yapmaktır. Rahatlıkla söylüyorum ki şu an bizim çok fazla gönüllüye ihtiyacımız yok. Gönüllü olunduğu vakit bu sürekli olmalı. Hakikaten gönül ile olması lazım, bırakmadan devam etmeli. Pandemi döneminde de bu açıdan bazı sıkıntılar yaşıyoruz.
İstanbul içerisinde çeşitli yerlerde belediyeler ve devlete bağlı rehabilitasyon merkezlerinde müzik terapinin nasıl yapıldığına ilişkin workshoplar yapmaya başlamıştık. Pandemi dolayısıyla durduk. Bunu İstanbul dışında da yapıyorduk. Biz gönüllüler gidip, belli bir zaman kalıp, çalıştay yapıp anlatıyorduk. Bunun için gönüllü olmak lazım, biraz müzik, biraz da ebeveyn olup bunu sürdürebilecek kadar sebat ve azim olması lazım. Büyük projem odur. Bunu Türkiye içerisinde ihtiyacı olan bölgelere götürecek şekilde genişletebilmek. Buradan biz para pul beklemiyoruz, patent beklemiyoruz. Hatta ben diyorum ki gelin benim projemi çalın yeter ki olsun, bu çocuklar böyle bir rekreasyon, rehabilitasyon imkânı bulsunlar diyorum. Bunun için de çok uğraşıyoruz doğrusu. Bizim de Fatıma Ana Şifa Vakfı’mız inşallah bir darüşşifaya dönüşür ve yurt dışında da tanıtma imkânımız olur.
Nazlı’nın babası eşittir zamane dervişi. Tüm sıkıntılara, üzüntülere belalara, musibetlere karşı ayakta kalabilmenin yolu tasavvufi bir eğitimden geçmenizdir. Öyle bir zihniyetin ve kalbin içerinizde olması lazımdır. Dervişlik yan gelip yatma yeri değildir. Osmanlı döneminde de böyle hizmet yapanlar genellikle vakıflardı. Vakıfların özünde de mutlaka ki bir tasavvufi neşve vardı.
Özel gereksinimli çocukların topluma kazandırılması ve de aslında ‘toplumumuza özel gereksinimlilere yönelik duyarlı bir bakış açısının kazandırılması’ için neler yapılabilir?
Bu çok zor bir iş. Bir medeniyet kıstası çünkü bu. Çok yanlış davranışlar var. Mesela Nazlı’yla ben bir gün kuru temizlemecideyken önümdeki hanımefendinin kızı Nazlı’ya bakarak bizi rahatsız edici şekilde konuştu ben de hanımefendiyi uyarınca kızına dönüp; “Benim sözümü dinlemezsen sen de aynen böyle olursun.” dedi.
Bu toplumda yaşıyoruz ve sabahtan akşama kadar bu ve benzeri şeylerle karşılaşıyoruz ne yazık ki. Herkes böyle değil tabi. Yani iyi tarafları olan, Nazlı’ya sahip çıkanlar da var. Ama böyleleri de var işte. Bunları düzeltmek çok zor çünkü giderek daha da fazlalaşıyor, çünkü aileler nasıl davranacağını bilmiyor. Bir de sizinle bu röportajı yaptığımız vakit engelliler haftası içerisindeyiz. Engelliler haftasında en iyi niyetli olanlar bile o kadar çok kırıcı olabiliyor ki. Ben engelli dostuyum. 30 sene öncesinde Nazlı’dan önce de ben Boğaziçi Üniversitesi’nde iken bu konularla ilgiliydim. Allah öyle nasip etti işte hazırlıyor sizi bazı şeylere. Spotlarda falan en sinirlendiğim şey “Herkes potansiyel bir engellidir” cümlesidir. Bunu söylemeyin, bu ne demek, engellilik kötü bir şeydir ve bir gün senin de başına gelebilir demek. Bu sözün engellileri ne kadar rencide ettiğini bilmiyorlar.
Burada yapılması gereken onları olduğu gibi kabul etmektir. Merhamet bile zararlı bir bakış açısını beraberinde getiriyorsa, o bir kenarda gönlünüzde dursun. Şefkat daha doğru bir tabirdir burada ama ben mesela Nazlı ya da diğer engelli çocuklara herhangi bir olağanüstü muamele yapmadım. Çünkü onlar bunu hissetmek istiyor. Kendilerine normal davranılmasını istiyorlar.
Normal davrandığınız vakit her şey yerli yerine oturur. O farklılığı bir şekilde kendi içerinizde kabulleneceksiniz. Bu neye yarar; sizin adam olmanıza yarar. Ben siyaset bilimi profesörü olarak söylüyorum bütün dünyadaki en büyük sıkıntı barış içerisinde farklılıkların bir arada yaşayamamasıdır.
Toplumu rahatsız etmediği sürece farklılıkları bir zenginlik olarak görüyorum. Çoğulculuk içinde yeter ki birbirimizi anlayalım. Bir engellinin farklılığını siz kabulleniyorsanız diğer farklılıkları da kabulleniyorsunuz. Dolayısıyla toplum daha medeni, daha barışçıl oluyor bunu böyle düşünüyorum.
Tabi insanlıktan ümit kesmemek lazım. İnsan fıtraten iyidir ama iyi olmak için de gayret gösterme mecburiyetindedir. Çünkü her an esfel-i safiline düşebilir. Ahsen-i takvim olarak bu potansiyelle yaratılmıştır ama bunun için de cehd etmek lazımdır.
Türkiye’nin en genç profesörü olarak gelecek vadeden çok başarılı bir kariyere sahip iken, tasavvuf yolculuğuna çıkmanız, kendi iç aleminizin derinliklerine ulaşmanız adına sizi nereden alıp nereye götürdü?
Hiç düşünmedim, hiç geriye doğru bakıp sorgulamam. Şunu verdiğini söyleyebilirim; ben geçen sene bu zamanlardan itibaren ciddi üç tane kanser ameliyatı geçirdim. İnanılmaz bir teslimiyet, rahatlık, huzur ve hiç kafaya takmayan bir hal hissettim. Bu güzel bir haldir. Bu Allah’ın sana verdiği kaderi kabullenmektir. En güzeli de budur. Tasavvufun verdiği tam teslimiyet, tevhid yani kendini otomatik pilota bırakma hali.
Cenab-ı Hakk’a namütenahi şükrüm vardır, herhalde tasavvuf bunu kazandırdı. Tasavvuf bana palyaçoluğu öğretti. Yani palyaçoluk şudur; sizin o kadar derdinize, sıkıntınıza, üzüntünüze rağmen başınıza gelen illetlere kahrolmanıza rağmen hala milletin karşına çıkıp da onlara can verebilmek için, şevk verebilmek için onlara dokunurken hala güler yüzlü palyoçuluk yapabiliyorsanız büyük başarı. İçiniz kan ağlarken insanları güldürebiliyorsanız bu palyaçoluktur işte.
Her insan kendi miracını tamamlamak için bir yol gösterene ihtiyaç duyar. Bu hayattaki varlık nedenini, nereden gelip, nereye gittiğini sorgulayan insanlar için deneyimlerinizden yola çıkarak siz nasıl bir yol gösterirsiniz?
Merkez Efendi’nin yaptığı gibi yapmak lazım. Bilirsiniz İstanbul’da Sümbül Efendi Hazretleri bütün müritlerini toplamış demiş ki “Bu hayatta imkânınız olsa, Allah size lütfetse neleri değiştirirdiniz?”.
Herkes bir şeyler söylemiş şunu yapardım, bunu yapardım diye. Sıra Merkez Efendi’ye gelmiş o da “Ben her şeyi merkezinde bırakırdım.” demiş. Yani o kadar ince bir çizgidir ki bu hem herkes için diğergam olacaksınız hem de gayretullaha tecavüz etmeyeceksiniz. Hakikaten sırat-ı müstakim ve sırat köprüsü buradadır. Yapılacak şey şudur: kendi derdine düşme, başkasının derdine düş, o zaman kendi derdini unutursun. Ne diye sorguluyorsun, kendini boş ver, sen başkalarının derdine derman olabiliyor musun? Bunu yapmaya çalışsın insanlar.
Bakın çok enteresan bir şey var; bu tür düşünen insanlar hemen yaşam koçlarına gidiyor. Ne diyor “Kendini sev”. Ben de diyorum ki kendini sevme, dışardakileri sev. Allah’ı sev, Peygamberi sev. Sevecek insan çok, en son kendini sev. Sen kendini sevmek istiyorsan, bütün diğerlerini seversen, Allah’ı seversen o zaman sen sendekini seversin. Ne kadar yanlış bir şey, nefsini sevdirtiyorlar insanın. Nefs sevilmez ki. Ruhunu seveceksin, ruhunun geldiği yeri seveceksin, onu insanlara göstermek lazım.
Tasavvufî bilgi olarak “Hikmet; ehli olmayana verilmez, ehli olandan da esirgenmez.” denir. Bizler de kalbin ilâhî sırlarına vâkıf olabilmek için, hikmet sahibi biri nasıl olabiliriz?
Büyüklere sormuşlar hikmet nedir diye, gayrettir diye cevap vermişler. Hikmet bizim elimizde olan bir şey değildir. Bu nimeti Cenab-ı Hakk verir. Bu nimet gerçekten önemlidir. Aramakla bulunmaz ama aranmadan da bulunmaz yani ikili bir iştir bu. Daha ziyade araman gerektiğini Cenab-ı Hakk lütfeder zaten. O hissi koyar kalbinin içerisine. Bazısına tam olarak verir bazısı bunu yürütemeyeceği için öyle bir his kendisine gelmiş gibi hisseder. Ama bu tasavvuf yolculuğu içerisinde ben hiçbir zaman böyle bir şey aramadım. Yani söylemeye çalıştığım şey; şunu yapmak lazım seccadeyi koyup istihare namazı kılıp “Var mı benim nasibim, varsa ne zamandır bunu bana lütfet” diye dua edilir, destur istenir. Destursuz bağa girilmez.
Tekamül kavramını ‘medenileşme, ilerleme, gelişme, kalkınma, büyüme’ ile birlikte ele alıyorsunuz peki bireysel tekamülümüzün sağlanması nasıl mümkün olabilir?
Bireysel olarak Cenab-ı Hakk’ın bize yazdıklarını keşfetmek, bulmak lazım. Aynayı içimize tutmak lazım. Ve nerede yeteneğimiz var onu bilebilmek ve onun üzerine gidebilmek lazım. Ressamlık yeteneği olan biri işletme okursa olmaz. Ressam olursa mutlu olur hayatında. Çünkü Allah öyle bir program yüklemiştir ona. Nefsini tanıyan Rabbini tanır. Yani şunu söylemek lazım kendi metafiziksel derinliğini kavrayamayan insanlar çok zararlıdır. Coronadan vs korkuyoruz ama asıl korkmamız gereken bu insanlardır. Bu tür insanlar giderek daha da katılaşıyor daha da kabalaşıyor. Kendinin ne olduğunu bilemezse Cenab-ı Hakk’ın kendisine lütfetmiş olduğu nur-u Muhammedî’nin idrakine varamamışsa, zevkini yaşamıyorsa, safasını göremiyorsa o zaman çok sakıncalı. Ne yapsa ne kadar para ve eğitim olsa da düzelmez.