Gérard de Nerval, Théophile Gautier, Julia Pardoe ve Jules Verne’in gözünden iki asır önceki İstanbul Ramazanları…
19. yüzyılda İstanbul, Batılı seyyahların önemli duraklarından biriydi. Kente gelen ünlü isimlerin bazıları ramazan ayına tesadüf etti. Günlük hayatı görebilmek için kimi kılık değiştirip Müslüman halkın arasına karıştı, kimi Harem’de iftar açtı. Seyyahlar, ramazan tanıklıklarını enteresan detaylarla anlattı. İşte Gérard de Nerval, Théophile Gautier, Julia Pardoe ve yazdığı romanla okurlarını Osmanlı turuna çıkaran Jules Verne’in gözünden iki asır önceki İstanbul ramazanları…
‘Buyrun’ sözü asla soğuk ve gönülsüzce söylenmez’
İngiliz yazar Julia Pardoe, İstanbul’a 30 Aralık 1835’te geldi. 9 ay kalacağı şehirde ilk olarak bir Türk ailesinin evinde oruçlu bir gün geçirmek istedi. Rum tercümanıyla beraber “itibarlı bir Türk tüccarın” evinde ağırlandı. “Onların tarzında oruca uymaya” karar verdiği için ikramları geri çevirip iftarı bekledi. Top atılırken hazırlanan sofrada yerini aldı. Sofradaki çeşitlilik ve yemek yeme gelenekleri ona ilginç geldi.
Julia Pardoe
“Daire şeklinde dizilmiş yemekleri pilav üstüne döşenmiş balık izledi. İlk yemeklerin tadına bakmakla yetinmiştim, evin hanımının durmaksızın ‘Ye, ye, buyur’ laflarına verebildiğim tek cevap bu olmuştu. Balıkla birlikte ortaya kaşıklar kondu ve hepimiz kaşıkları aynı tabağa daldırdık. Gene de bu âdetin, başka durumlara göre çok daha az mide bulandırıcı olduğunu eklemeliyim, çünkü herkes yemeği sadece bir yerden kaşıklamaya özen göstermekte ve yemek kapları büyük bir hızla değişmekteydi. Et ve tavuk parmaklarla yendi, herkes gözüne kestirdiği parçayı kopardı; birkaçı bir porsiyonu parçalayıp nezaket olsun diye bana uzattı. Parantez içinde söylemeliyim ki bunları almamayı tercih ederdim. En karışık biçimde -tatlının ardından tuzlu ve muhallebinin ardından yahni- birbirini izleyen on dokuz çeşit balık, et, av eti, hamur işi ve dondurmadan oluşan yemek, bir pilav piramidiyle son buldu. Bu tantanalı mutfak gösterisi boyunca inatla oturmayı sürdürdüm. Ne var ki Türk görgü kurallarına göre, kimse bu çabayı harcamak zorunda değil.”
Sofra alışkanlıklarını yadırgasa da “Şehirlerin Ecesi İstanbul” adını verdiği kitaba şu notu düşmeyi ihmal etmedi: “Türklerin ister zengin, ister fakir olsun, oturmayı uygun bulacak herkesi sofralarına davet etme gibi basit ve güzel misafirperverliğinden söz etmeden geçmemeliyim. ‘Buyrun’ sözü asla soğuk ve gönülsüzce söylenmez.”
‘Gündüzler matem geceler karnaval gibi’
İnatçı Keraban romanı yayınlandıktan sonra İstanbul’da bulunduğu düşünülen Jules Verne’in şehre ayak bastığına dair bir kayda hâlâ rastlanmış değil. Verne, Türkçe’ye çevrilmesine rağmen pek bilinmeyen eğlenceli romanında iki Hollandalının gözünden iftar öncesi Tophane’yi tasvir etti.
Jules Verne
Tütün tüccarı Keraban Ağa’yı bekleyen Van Mitten ile uşağı Bruno, tenha sokak ve rıhtımlarda insanların uyuklamasından ötürü şaşkındır. Keraban Ağa’nın inadı yüzünden Üsküdar’a geçebilmek için Karadeniz’i karayoluyla kat etmek zorunda kalacaklarından habersiz, İstanbul ve ramazan üzerine bir sohbete koyulurlar:
“‘Şu Türkler şaşılacak adamlar’ dedi biri, ‘Böyle can sıkıcı bir perhiz sırasında İstanbul’u ziyaret edecek olan bir seyyah, gerçekten Muhammed’in başkenti hakkında hüzünlü bir fikir edinecektir.’
‘Olsun, Londra’da da pazar günleri daha neşeli değil! Türkler bütün gün oruç tutuyor, ama gece boyunca da acısını çıkarıyorlar. Güneşin batışını bildiren top patlar patlamaz kızarmış et kokuları, içecek rayihaları, çubukların ve sigaraların dumanıyla sokaklar her zamanki alışılmış görüntüsüne kavuşacak!’
Bu iki yabancı haklı olsa gerekti, zira aynı anda kahveci, çırağına bağırıyordu:
‘Her şey hazır olsun! Bir saate kadar oruçlular akın edecek, ortalık karışacak.’ İki yabancı tekrar sohbete başladı:
‘Bilmiyorum ama bana öyle geliyor ki İstanbul ramazan boyunca daha bir ilginç! Gündüzler ne kadar bir matem günü gibi, hüzünlü, kasvetli, acıklıysa, geceler bir karnaval kadar neşeli, gürültülü, hareketli!’
‘Evet, tam bir tezat!’”
‘Onca keyfi davranış ve bir o kadar da özgürlük bir arada’
Ramazanın ilk günü olduğunu bir kahvehanede otururken öğrendi Gérard de Nerval. İranlı bir tüccar kılığına girerek Çemberlitaş yakınlarındaki Yıldız Hanı adlı kervansaraya yerleşti. Fransız şair ve yazar, “Hem perhiz hem de bir karnaval” sözleriyle tanımladığı ramazanı en detaylı gözlemleme fırsatı bulan seyyah.
Gérard de Nerval
Nerval’in anlattığı 1843 İstanbul’unda iftardan sonra kahvehanelere oturuluyor, nargileler ve çubuklar geliyor, neredeyse “dini bir sessizlik” içinde “meslekten hikâyecilerin ezberden okuduğu ya da tiyatrovari bir eda ile aktardığı olağanüstü hikâyeler” dinleniyordu. Nerval şöyle anlatıyor: “Kahveciler ünlü hikâyecileri kendi mekânlarına çekmek için, çoğunlukla büyük masraflar yapıyorlardı. Oturum bir buçuk saatten fazla sürmediği için, hikâyeciler aynı gecede, birkaç kahvede çalışabiliyorlardı. Bazen dinlediği hikâyeyi çok beğenen bir aile reisi, hareminde de oturumlar yaptırıyordu. Ama ihtiyatlı insanlar, anlaşma yapmak için hikâyecilerin, kasideciler denen loncasının başkanına başvuruyorlardı. Çünkü verilen miktardan memnun olmayan bazı kötü niyetli hikâyeciler, kimi zaman anlattıklarının en ilginç yerinde ortadan kayboluyordu. Onca keyfi davranış ama bir o kadar da özgürlük vardı İstanbul’da. Meyhanelerin kapalı olduğu sanılmasın. Bir Türk bayramı herkes içindir. (…) Dış kapının her zaman kapalı olması gerekir. Ama itip içeri girebilir ve on paraya bir bardak iyi Tenedos şarabı içebilirsiniz.”
“Doğu’ya Yolculuk” kitabında Nerval, Ramazan Bayramı’nı da şöyle tarif ediyor: “Gün doğarken bütün kalelerden ve gemilerden atılan topların yankısı, binlerce minarenin tepesinden Allah’ı yücelten müezzinlerin ezanlarını bastırarak etrafa yayıldı. (…) İstanbul, Üsküdar ve Pera’dan gelen, sayıları belki de bir milyona varan insan, Sarayburnu’nda sona eren koskoca üçgeni dolduruyordu.”
Bayram namazını kılan Sultan Abdülmecid’i de görme fırsatı bulan Nerval, padişahın halkın karşısına sade giysilerle çıktığına dikkat çekti. “Ama atı, altın işlemelerle ve elmaslarla öylesine kaplanmıştı ki, bakan herkesin gözü kamaşıyordu.”
Dolmabahçe Camii
Ramazanın aydınlattığı şehir
Théophile Gautier de dikkat çekmeden günlük yaşamın içine girebilmek için kılık değiştirdi. Üzerinde tunik, ayağında çarık, kafasında sarık olduğu için kimse onu yadırgamadı. Arka sokaklarına sızdığı İstanbul’da geçirdiği 70 gün, ona şehrin adını taşıyan bir kitap yazdırdı. Fransız eleştirmen, gazeteci ve şair 1856 ramazanının 24 saatini şöyle özetledi:
Théophile Gautier
“Normal zamanlarda İstanbul’un sokakları aydınlatılmaz, herkes birini aramaya çıkmış gibi, elinde kendi fenerini taşımak zorundadır, ama ramazanlarda genelde karanlık olan ve uzaktan uzağa kâğıttan sarı bir yıldızın titrediği bu sokaklar ve meydanlar kadar ışıklı ve neşeli bir yer yok. Gece boyunca açık olan dükkânlar, karşılarındaki evlerden sevinçle yansıyan canlı ışıklar saçıyorlar, alev almış gibi görünüyorlar. Bunların hepsi yağ içinde yüzen lamba, mum ve gece kandilleridir. Üzerinde şişlere dikey geçirilmiş, küçük koyun eti parçalarının cızırdayarak piştiği ızgaralar, kırmızı korların yansımalarıyla aydınlanıyor. Baklavaların piştiği fırınlar kırmızı ağızlarını açıyor. Seyyar satıcılarsa gelip geçenlerin ilgisini çekmek ve mallarını sergilemek için etraflarına mumlar diziyor. Dost gruplar, serin havayla alevi titreyen üç fitilli bir lambanın ya da canlı renklerde boyanmış büyük bir fenerin çevresinde çorba içiyor. Kahvelerin kapısında tütün içenler her nefes alışlarında çubuklarının ya da nargilelerinin kırmızı pulunu canlandırıyor, bu keyifli kalabalık üzerine düşen ışık, tuhaf bir şekilde pitoresk yansımalarla tekrar fışkırıyor.”