Yıl 1492… Kaptanlığını Kristof Kolomb’un yaptığı bir İspanyol gemisi Atlas Okyanusu’nu geçerek, sonrasında ‘Amerika’ olarak adlandırılacak yeni bir kıtanın kıyılarına demir attı. O yüzyıla kadar Ortaçağ’ın içerisinde bulunduğu buhran dönemi; yeni ve maden cenneti bir kıtanın keşfi ile yavaş yavaş sona erdi.
Avrupa’ ya daha önce hiç karşılaşmadıkları zenginlik akarken eş zamanlı olarak düşünsel bir devrim, Rönesans yaşandı. Avrupa; Afrika ve Amerika’nın nimetleri ile yavaş yavaş zenginleşirken, Amerika kıtasında İspanyol ve İngilizler tarafından sistematik bir soykırım uygulandı. 1500’lerin başlarında 8 milyon olan Arawaks yerlileri birkaç yıl içerisinde 28 bin gibi trajik bir rakama geriledi.
‘MEDENİ’ AVRUPA
17’nci yüzyıla gelindiğinde Avrupalılar refahın kokusunun nasıl daha güzel çıktığını anlamışlardı. Bir yandan Afrika’nın yer altı kaynakları sömürülürken diğer yandan binlerce insan zorla köleleştirilerek Amerika kıtasına getirilip köle pazarlarında satıldı. İlk başta korsanlar tarafından başlatılan köle satışı sonrasında İngilizler liderliğinde bir ticaret şekline dönüştü; köle satışını yasalara uygun hale getirmek üzere şirketler kuruldu.
18’nci yüzyıl da önceki iki yüzyıldan farklı ilerlemedi. Avustralya kıtasındaki 750 bin kadar yerli nüfus çiçek hastalığı bulaştırılmış battaniyelerle katledildi. 19 ve 20’nci yüzyılda Belçikalılar kauçuk ticareti sırasında 5 milyon Kongoluyu katlettiler; çoğunluğu çocuklardan oluşan 10 milyon kişi elleri ve ayakları kesilerek sakat bırakıldı. Sonraki yıllarda Fransızlar; Benin’den Gabon’a, Cezayir’den Ruanda’ya kadar Afrika’nın dört bir yanında katliamlara sebep oldular. Binlerce çocuk kayboldu, binlerce kadına tecavüz edildi. Bunlarla birlikte I. ve II. Dünya Savaşı da bu doymak bilmez milletlerin pay kapma mücadelesiydi.
TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR
Vietnam, Afganistan, Irak, Suriye ve onlarca ülke bu uğurda mahvoldu. Bu savaşların sonucunda milyonlarca insan yerlerinden edildi, yaralandı, hayatını kaybetti. Fakat ne acı ki tüm bunların ardından barbar ve medeniyetsiz kabul edilen “Doğu” oldu. Dünyadaki neredeyse her savaşta payı bulunanlar; kan ve gözyaşı üzerine inşa ettikleri şehirlerinde refah içinde yaşarlarken bu refahı sürdürebilmek için doğudan “Suni bir canavar” yarattılar. Zihinlerimizi işgal eden Avrupa medeniyeti esasında Akif’in deyimi ile tek dişi kalmış bir canavardı. Ancak onlar porselen fincanlarla, gümüş takımlarla kendi toplumlarını üstün ırk olarak kodladılar. İnanmak çok zor olsa da katran karası evrenlerini tozpembeye bulanmış hayallerle hepimize kanıksatmayı başardılar.
TÜRKİYE BU ÇARKIN NERESİNDE?
Avrupa’nın kirli ellerinden yazının en başında bahsetmek istememin sebebi yavaş yavaş değişmekte olan bu düzenin tarihçesini sizlere hatırlatmak istememdir. Evet, yıkılmaz denen Roma bile yıkılmışken bu adaletsiz sistem eninde sonunda değişecektir. Ancak ülkemiz bu çarkın dişlileri arasında nerede; hangi konumda olacak?
Türkiye son yıllarda yaptığı dış yatırımlarla, iş birlikleriyle ve yardımlarla kendinden sıkça bahsettirmekte. TİKA’nın Orta Asya ve Balkanlar’da onardığı eserler ile başlayan kamu diplomasisi atağı bugün beş kıtada bir yandan hastanelerin, okulların, kamu kurumlarının onarılması ve yeniden inşa edilmesi ile sürerken diğer yandan bölge iş adamları ve yatırımcılar ile yapılan işbirlikleri ile hız kesmeden devam etmekte. Artık 160’dan fazla ülkede TİKA hem ülkemizin adını duyuruyor hem de darda kalmışın imdadına yetişiyor.
Dışarıda Türkiye’nin cömert eli varlığını hissettirirken diğer yandan ülkemiz yurtiçinde de çoğunluğu Suriye vatandaşlarından oluşan 3.5 milyondan fazla sığınmacıya kucak açmış durumda. Bu rakam ile Türkiye, dünyada en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke konumunda. Görüldüğü üzere insani yardım konusunda Türkiye göğsümüzü kabartacak derecede iyi bir noktada duruyor. Dünya ekonomisi sıralamasında 19’ncu sırada yer alan ülkemiz dünyanın en fazla yardım yapan ülkesi olma özelliğini sürdürmeye devam ediyor. Anlayacağınız her zamanki gibi dünyada ekmeğini en çok bölüşen ülke Türkiye oluyor!
BU HEP BÖYLEYDİ
Koronavirüs’ün ilk aylarında Avrupa ülkeleri sağlık sistemleri ile sınıfta kalırken, yaşlılar ve kronik hastalığı bulunanlar ölüme terkedilirken Avrupa’ya tıbbi yardım yapılmasını birçoğumuz yadırgadık. Ancak şunu belirtmek zorundayım ki Türkiye tarihinde her dönem durması gereken yerde durmuştu, bu dönemde de elbette adına yakışacak şekilde darda kalmışlara kimliğini sormadan yardım etmeliydi.
Bizim genlerimizde yardım etmek, yaraları sarmak; hoş görmek hep vardı; bu hep böyleydi. 15’nci yüzyılda İberya Kararnamesi ile yerlerinden edilen Seferad Yahudilerine kucak açan bizdik, Avrupa’daki büyük kıtlık döneminde buğdayını bölüşen bizdik, her dönemde hastalıkta ve doğal afette dünyanın her yanına yetişen bizdik! Avrupa bugün bunları unutsa da, ülkemize karşı ırkçı kampanyalarını yürütmeye devam etse de biz iyi olmaktan hiç geri durmadık ve durmayacağız.
Nerede kanayan bir yara varsa bugün Türkiye tam zamanında orada. Bazen sığınılacak bir liman, bazen kaynayan aş, bazen de yaraya merhem. İşte bu yüzden, daha adil bir gelecek için dünyanın o cömert ele, Türkiye’ye ihtiyacı var.