Herkes kendi istinadı çevresinde anlıyor ya bir kitabı, bir filmi, dünyayı. Başka bakış açılarından okumak bir meseleyi ne büyük derinlikler katıyor insana. Kişi ne kadar derinse okuması da derinleşiyor. Herkesin takıldığı yer, okuduğu yer ne kadar da farklı. Her kafadan başka sesler çıkması da bu yüzden. Bu çeşitlilik de bizi biz yapan şey. Eksik görmelerimiz, yok saydıklarımızı tokat gibi yüzümüze çarparken görebildiklerimiz ise sadece ifade edebildiklerimizle anlam kazanıyor. Bu yüzden kimin ne gördüğü ne kadar gördüğü ne kadarını söyleyebildiği önemli. Sorduğumuz sorular, bulduğumuz cevaplar kendi içimizdekine de ayna tutuyor. Bir Başkadır’ı izledikten sonra memleketimde kim ne demiş bu yüzden önemliydi. Farklı hayatlara değinildiği için de farklı kesimlerden yorumlar yapıldı dizi için. Bir dizinin bu kadar sahiplenilmesi onu başarılı kılıyor.
Dizi yayınlandıktan hemen sonra çok konuşuldu, çok eleştiri aldı. Peki bu dizi de neydi insanları bu kadar tetikleyen? Belki yabancı bir yönetmeni, senaristi olsaydı bu kadar eleştiri almazdı. Ki zaten ne kadar ilk bölüm ayrı çekilmiş olsa da diğer bölümlerin Netflix için yapıldığını hissediyoruz. Çünkü bize ait olduğunu düşündüğümüz karakterler, bizden olmayan birinin gözünden bize aitmiş görüntüsüyle veriliyor. Bu hisse ilk üç bölümü izledikten sonra kapılıyorsunuz. Olay örgüsü üzerine, yeni karakterler ve onların hikayeleri eklendikçe kısacası dizide ‘’toplumsal sınıf’’ çeşitliliği arttıkça sosyolojik çıkarsamalar başlıyor izleyicide. Kurguda bazı kopukluklar göze çarpıyor. Kimilerinin eleştirdiği gibi ‘’her meseleye atılma çabası’’ hikayelerin derinleşmeden havada kalmasına sebep oluyor. Kürt asıllı bir ailenin hikayesi ile bir bölümde aniden tüm Kürt meselesinin kardeş kavgası içinde eritilmeye çalışılması ya da Hayrunnisa’nın hikayesinin çok kısa verilmesine rağmen çarpıcı sonlar içeriyor oluşu izleyicinin zihninde yarım kalmış hikâye hissi veriyor.
Kısa bir dizide bu kadar çok kesit veriliyorsa o hikayelerin her birinin daha derin olması beklenirdi. İçimizden biri çektiyse bu filmi ya bu ülke de yaşamıyor ya da ancak başka milletin gözüyle bakabiliyor kendi yurduna diye hayıflanmasına sebep oluyor izleyicinin. Yönetmen içimizden kestiler sunarken daha derinde topluma olan yabancılığını yine toplumun birbirine olan yabancılığı üzerinden veriyor.
Dizi karakterlerini ve alınan mesajları irdeleyecek olursak; Gülbin’in ‘’yoga yapan Peri’nin Şamanist arkadaşlarını hayranlıkla anlatıp, hocaya giden Meryem gibileri küçümsemesini’’ anlamsız bulması, aslında ikisinin de aynı olduğunu ifade etmesi dizideki en çarpıcı tespitlerden biri olarak çıkıyor karşımıza. Abla Gülan kaba, görgüsüz hatta belki cazgır olarak nitelendirilmiş izleyici tarafından. Okumamış ve kardeşini çokça hırpalıyor. Gülbin ve Gülan kardeş iseler, fikirler ne kadar farklı olursa olsun aynı aileye mensuplarsa karakterlerinde ortak yönler olabilirdi. Belki o zaman bu kavga daha samimi olurdu. Bu kadar saygısız ve kaba davranışların yine başörtülü bir karakter üzerinden verilmesi başörtülü izleyiciyi irite ediyor. Kardeş kıskançlığı üzerinden Kürt- Türk meselesine değinilmek için kurgulanmış hissi veriyor bu kesit. Otantik anne-baba karakteri, engelli kardeşin durumu, ailenin travmaları, kardeşlerin arasında bir bağ yokmuşçasına hem fikir hem karakter olarak zıt oluşu, siyasi göndermeler, coğrafyanın dinamiklerden habersiz yönetmenin tam anlayamadığı bir meseleye çok yoğun bir şekilde girmesi izleyiciyi hem yoruyor hem de diziyi zorluyor. 12 Eylül travmalarını atlatamamış bir ülke de bu karmaşık anlatımlarla bu sahneleri izleyicinin bağrına basabilmesi mümkün mü?
Dizide erkeklere yakıştırılan kültürlü muhafazakâr tiplemesi de Hilmi’de hayat buluyor. Peri ile Hilmi taşın üzerindeki çatlakta buluşan su gibi buluşuyorlar. İkisi benzer şeyleri söylüyor hayata dair. Peri ne kadar su gibi berrak, yalın, anlaşılır konuşuyorsa Hilmi ise o kadar karmaşık, heyecanlı cümleler kuruyor. Peri çekici, zarif ve kendinden emin; Hilmi salaş ve çok heyecanlı. Hilmi’yi ne kahvedekiler anlıyor ne de gönlünü kaptırdığı Meryem’i. Hilmi kendi mahallesinde dahi anlaşılamıyor. Hoş başka mahallede olsa da kabul görecek bir tip değil. Ne de olsa çorabının bir ucu delik. Avokado desenli temiz, yeni çorap giyecek değildi. Dindar, camii de imanın yanında duran kim olduğu belirsiz Carl Jung okumuş çok konuşan bir adam işte!
Hilmi söylediklerini özümsemiş, hayatında uygulamış bir adam, Peri bu aşamaya gelmek için çabalıyor dizi boyunca. Hilmi derin bir adam olsa ne olur ki. Sonuçta Peri varken kim ne yapsın Hilmi’nin dindar entelektüelliğini.
Bir diğer başörtülü karakter ise tüm İslam felsefesini yapay çiçek- gerçek çiçek benzetmesine indirgemiş ancak bir o kadar da güzel huylu hocanın evlatlık olduğunu sonradan öğrendiğimiz kafası karışık kızı Hayrunnisa. Açıkçası hikâyenin bu kısmı oldukça gerçek olmasına rağmen ‘’baba-kız ilişkisi bu kadar iyi ve güzelken aynı zamanda bu kadar kopuk olması nasıl mümkün olabilir?’’ sorusunu getiriyor izleyicinin aklına.
Başrol oyuncusu Meryem’in bilgisiz oluşuna rağmen zeki oluşu genel izleyici yorumlarında onun ‘’çakal, kurnaz’’ gibi sıfatlarla nitelendirilmesine neden olmuş. Oysa Meryem çocuk saflığında, işine gelince zekasını kullanmayı iyi bilen, eğitimli olmayan ancak çok fedakâr klasik bir Türk kadını motifi. Aile içindeki buhranlar ve onun bunları algılayamayışı daha çok bilgisizlikten ileri geliyor. Tek konuşabildiği insan Peri, onla da nasıl konuşur ne diyebilir pek bilmiyor. Zamanla açılıyor ona. Peri’nin de onu kabul etmesi zaman alıyor.
Meryem üzerinden laik kesimin başörtüsüne olan öfkesinin itiraf edilişi hem muhafazakâr camiada hem de laik camiada çok ses getirdi. Sadece başörtüsü takıyor olmak muhafazakâr dindar tanımını kapsamıyor. Dizi başörtülü bir kadını başrol oyuncusu seçerken aynı zamanda temsil ettiği sınıfları çok sınırlı tutmuş. Bu şekilde eksik örneklerle ekrana yansıdığında hazmedemediğimiz, öfke duyduğumuz, ön yargımızı yenemediğimiz başörtülü kadın figürü de değişmiyor. Bugün Türkiye’de başörtüsü takan kadınların temsil ettiği sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik birbirinden farklı o kadar kesim var ki. Hem sosyo-kültürel olarak hem de psikolojik karakter olarak toplum ortalamasında bir tesettürlü kadın profilinin seçilmesi yerine eğitimsiz, nezaketsiz, anlayışsız karakterlerle başörtülü kadın profiline atıf yapılması bir kesim başörtülü kadınları rahatsız etmiş olsa da bu toplumun gerçekliği bu, bu örnekler de var diyen başörtülüler de az değil. Sonuç olarak 28 Şubat travmalarını, başörtülü kadın kompleksini henüz yenememiş muhafazakâr ve laik kesim elbette bu diziyi sadece izleyip geçemeyecekti. Rahatsızlık duydukları her şey içimizdeki yaraların hala diri olmasıyla ilgiliydi.
Öte yandan bugün Türkiye’de muhafazakâr kesimde dahi o kadar çok katman var ki birbirinden habersiz. Meryem ile iletişim kurmakta zorlanacak çok çeşitli profiller de başörtülü Perilerin varlığından söz edebiliriz. Bugün muhafazakâr elitist dediğimiz kesim de Meryem’i, Gülan’ı hiç tanımıyor. Ve tabii ki başörtüsünü başımızdan çıkarıp atınca başka bir sınıfa zınk diye geçemiyoruz. Yaptığımız yogalar, giydiğimiz markalar, saçımızın rengi falan aslımızı değiştiremiyor. Yani Gülan ve Gülbin aynı ailenin çocuğu ve bu gerçek bir çatlaktan hemen ortaya çıkıyor. Mesela bu da ayrı bir dizi konusu olabilir pekâlâ. Muhafazakâr kesimlerin birbiri arasındaki uçurumlar. Aramızdaki uçurumlar o kadar fazla ki… Bu da toplumsal bir ayıbımız belki de. Herkes kendi dünyasından ibaret sanıyor evreni ve başkalarının hayatlarında neler olup bittiğini kimse bilmiyor. Meryem’in yengesi Rukiye’nin yaşadığı travma, aile içindeki iletişimsizlik çok yalın bir şekilde verilmiş. Meryem’in fedakarlığı, yalnızlığı, tüm aileye kol kanat gelmesi, abisinin çıkmazı, öfkesi aynı zamanda karısına olan merhameti, sanatsal görüntüler, film müzikleri ve elbette karakter oyuncularının performansı dizinin başarılı bulduğum yönleriydi.