Kabe’yi ziyaret edenlerin dikkatine matuf olmuştur. Tavaflara ebabiller eşlik eder, iç mekanda cıvıldaşarak uçuşurlar. Dış meydan ise güvercinlerle doludur. Yem satanlar, yem atanlar… Bir de çocuklar ve bebekler vardır Kabe’de. Namaz esnasında ağlayan çocuklar.. İmamın kıraatına en tiz perdeden karışan ve son selam ile kesiliveren acı feryatlarıyla bebekler ve çocuklar… İstisnasız, her namazda… Anneler niye uzak yakın ülkelerden küçük çocuklarıyla gelirdi ki? O kadar yolculuk zahmeti, kısıtlı zaman… “Huşu bunun neresinde” gibi, “Yarım akılla tam yakarış olur mu” gibi düşünceler… Hikmetini idrak edişimiz dönüş öncesine kısmet oldu. Orada tanıştığım bir arkadaş “Öyle demeyin, bu mescit çocuksuz olmaz. Burası bir çocuk yüzünden var oldu” deyince bir anda her şey anlam kazandı. Taşlar yerine oturdu. Oysaki buranın hikayesinin bir çocukla başladığını biliyorduk ve birkaç gün önce rehberden de tekraren dinlemiştik. Demek ki insanın bir noktada idrakinin açılması için uygun zaman gerekiyormuş. Yüz seksen kez de olsa tekrar etmek ne kadar da güzel ve önemliymiş. Artık bizim için Kabe’de namaz, çocuklarla ve güvercinlerle daha anlamlı. Tavaf çocuklarla ve kuşlarla daha güzel. Dualar çocuklarla ve kuş gibi hafiflemiş yüreklerimizle daha dolu dolu. Yer yüzünün neresinde yardıma ihtiyacı olan bir Allah kulu varsa, gönlümüzün kıblesi Kabe’de yapılan dualar hepsine yetişir.
Bir çocuk, bir kadın ve güvercinler…
Tüm hikaye bir çocuk ile başladı. Çocuk ağlıyordu.
Açlık ve susuzluktan ağlıyordu. Feryadı taşlardan ve kayalık dağlardan başka görünürde hiçbir şeyin olmadığı kızgın çöle yayıldıkça annesinin yüreğine korlar düşüyordu.
Anne de aç ve susuzdu. Çaresizdi. Kimsesizdi. Fakat biliyordu ki sahipsiz değildi.
Sahibinin kim olduğunun O kadar farkındaydı. Feryat eden yavrusuna bir yudum su, bir yardım eli bulabilmek ümidiyle bir tepeden bir diğerine koşturup uzaklarda bir ümit ışığı bulmaya çalıştı. Ama nafileydi.
Görünürde kimsecikler yoktu; ne bir kervan, ne bir kimse, ne de bir canlılık belirtisi… Sadece kayalık dağlar, ayakları parçalayan
Kimseler yoktu. Tekrar geri döndü ve koştu, yürekten istedi. Bir gözü yavrusundaydı. Koştu, haykırarak istedi. Koştu, tüm benliğiyle istedi. Koştu, keskin taşlardan kanayan ayaklarıyla koştu ve istedi. Koştu, istedi…
Çünkü sahibinin onu görüp işittiğinin bilincindeydi ve ona güveni tamdı. Derken çocuk sustu. Ayakları ve yüreği yaralı anne bu kez yavrusuna koştu, baktı.
Beklediği su, çocuğun elinin altındaki taşların arasından çağlamaktaydı. Dur, dur deyip taşlardan set yapmaya çalıştı telaşla. Fakat su durmuyordu. Öyle İlahi bir güçle taşıp akıyordu ki, sanki bütün insanlığın susuzluğuna çare olsun diye gönderilmişti.
Çok geçmeden havadaki güvercinler suyu uzaktan fark ettiler.
İlk misafirler güvercinler oldu. İçtiler, suya kandılar. Havada daireler çizerek uçmaya başladılar. Kuşlar giderek çoğalıyordu. Sanki başkalarını davet ediyorlardı.
Derken uzaklardan geçen bir kervan havada dönen güvercinleri gördü. Kuş varsa su vardır düşüncesiyle yolunu o yöne çevirdi. Evet, kuşlar onları yanıltmamıştı. Hatta fazlası vardı; bir kadın ve bir de çocuk.
Suyun sahibi kadından izin isteyip sudan kullandılar. Karşılığında kadının ve çocuğun yiyeceği de olmuştu. Konaklamak için izin istediler. Çadırlar kuruldu. Çadırlar çoğaldı. Kadının ve çocuğun da artık bir çadırı vardı. Kadın yerin maliki olmuştu.
Bir zaman sonra eşi çıkıp geldi. Aslında o da sahibi tarafından gönderilmişti. Bütün peygamberler gibi kendine emredileni itirazsız yapıyordu. O yüzden git denilince gitmiş, dön denilince dönmüştü. O, İbrahim (a.s.) idi.
Sahibi ona Oraya bir işaret olsun diye Kabe’yi inşa etmesini söyledi. Orası herhangi bir yer değildi. O da esasen bunun farkındaydı. O noktada meleklerin semaya doğru yükselen bir hat boyunca dönüp durduklarını gördüğünü hatırladı.
Yerde ise sadece çok eski bir yapıya ait temel izleri vardı. İzlerin ait olduğu o eski yapı da zaten Kabe idi. İnsanlığın atası, ilk insan, ilk peygamber, ilk baba, ilk usta Adem (a.s.) tarafından inşa edilen yeryüzündeki ilk mimari yapı; Kabe idi.
Gökteki Beytül Mamur’un izdüşümü; Kabe-i Muazzama. Tereddütsüz başladı ve denildiği gibi yaptı. Sonra orada namaz kıldı. Meleklerin yaptığı gibi tavaf etti. Sahibi neyi nasıl yapmasını istiyorsa öyle yaptı.
Kabe. Beytullah. Allah’ın “evim” dediği yapı. Sema ile yer arasındaki en önemli bağlantı noktası. Tamamen pozitif enerji dolu olan tek yer. Hazreti peygamber de orada namaz kıldı ve tavafa dahil oldu. Tavaf hep vardı. Bin beş yüz yıldır insanlar oraya akın akın gidiyor. Kabe’yi ziyaret ediyor, o enerji koridorundaki halkaya dahil olup kalplerini sıkıştıran, ruhlarını daraltan bütün kötülüklerden kurtuluyor. Tavaflarına, namazlarına ve dualarına meleklerin eşlik ettiğinin bilincinde olarak af ve mükafat talep ediyor, her şeyin ve herkesin tek sahibinden istiyorlar.
Doğrudan.
Davetin sahibinden.
Biliyorlar ki O çok affedicidir, affetmeyi sever ve Onun hazinesi vermekle tükenmez.
Mekke’yi belde yapan o kutlu anneye, Hazreti Hacer’e; o kutlu suyu çıkaran çocuğa, Hazreti İsmail’e ve Kabe’yi inşa eden o mütevekkil babaya, Hazreti İbrahim’e her namazda yüz milyonlarca gönülden salat ü selam gidiyor.
Hikaye böyle başlamıştı; bir çocuk bir kadın ve güvercinler. Temennimiz odur ki yeryüzü Kabe’siz, Kabe tavafsız, namazsız, çocuksuz ve güvercinsiz kalmasın.