Ne zaman gündemde can acıtıcı, üzücü bir hadise olsa, insanlardan onca yüzyıl içinde en kötü çağa denk geldiğimiz isyanını duyuyorum. Öyle mi sahiden? Yaşanacak en kötü çağa mı denk geldik yoksa dünya döneli beri iyilik ve kötülük at başı mı gidiyor? Acılar hep yaşanıyor da, biz bu çağda mı afilli isimler buluyoruz? “Kadına yönelik şiddet” söylemleri havada uçuşmadan önce de yaşanmıyor muydu aynı kadına yönelik, aynı şiddet? Ne yazık ki benim bunlara cevabım evet, şiddet hep vardı, adını koyamamıştık ama vardı.
Pekâlâ, nedir bu dilimizden düşürmediğimiz şiddet?
Şiddet; güçlünün güçsüze iradesini kabul ettirme şekli olarak tanımlanıyor. Kadına karşı şiddet için ise; “kamusal ya da özel alanda, kadınların fiziksel, cinsel, duygusal zarar görmesiyle sonuçlanan ya da sonuçlanma ihtimali olan her türlü cinsiyet temelli şiddet eylemidir” deniliyor.
Adını koymamıştık derken, gerçekten koyamadığımızdan bahsediyordum. Çünkü kadına yönelik şiddet kavramı yerine ilk zamanlarda “dayak yiyen kadın” ya da “dayağa maruz kalmış kadın” gibi kavramlar kullanılmış. 9 Eylül Üniversitesi’nin araştırmasına göre Türkiye’de 1987’de gerçekleşen ve kadın hakları alanında birçok kazanımla sonuçlanan ilk geniş katılımlı eylemlilik “Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası” ismini taşımaktaymış.
Ancak 1987’de Ottowa’da “Kanada Kadının Statüsü Danışma Konseyi” tarafından kadın sığınaklarında yapılan bir ankette, kadınların %80’i “dayak” ifadesinin yaşadıkları sürecin duygusal ve psikolojik derinliğini ifade etmediği ve başka bir kavram kullanılması gerektiği yönünde görüş bildirmiş, %41’i “kadına yönelik şiddet” ifadesini önermiştir (akt. Öztunalı Kayır, 1996). Zamanla bilimsel metinlerde de “kadına yönelik şiddet” ifadesi tercih edilmeye başlanmış. Yani adını koymuşuz şükürler olsun.
Çıkıp televizyonlarda haberlerini de yapıyoruz. Dilimizden düşmüyor bu kadına yönelik şiddet. İsim önemli çünkü. Bayan değil, illa ki kadın mesela! 25 Kasım kadına yönelik şiddetle mücadele günü örneğin. Henüz 8 Mart Dünya Kadınlar günü kadar dillere pelensenk olmadı ama yakındır. Ertesi gün unutmayacakmışız gibi gün boyu kutsar methiyeler dizeriz ülkece. Söz söylemedeki mahareti kimselere bırakacak değiliz. Oysa kadına yönelik şiddetin, gerçekten yöneldiği kadınlar var ya, hah işte onların zaten ne bu günlerden haberleri oluyor, ne de hangi dillerde nasıl kutsandıklarından. Bizim edebiyatını yaptığımız şeyi yaşamakla meşguller çünkü. Çağlar arasında bir “kötülük” yarışı yapmak istemiyorum çünkü kadının derdi, çilesi hiçbir çağda bitmemiş.
Doğurduğu için kutsal sayıldığı anaerkil toplumlarda ve “ana tanrıça” olarak kabul edildiği çağlarda gülmüştür belki yüzü bilemiyorum.
Neticede bunun Ortaçağ Avrupa’sı var, şeytan mıydı, insan mıydı, ruhu var mı tartışması var, diri diri toprağa gömülmesi var…
Mesela Çin toplumunda ‘Duyguları tarafından yönetilen akılsız bir varlık’ olduğu düşünülen kadın; Hint toplumunda, kocası ölünce, kocasıyla beraber canlı canlı yakılıyordu. İngiltere’de erkeklerin eşlerini satabilme hakkı vardı. Budizm’in kurucusu Buda’nın başlangıçta kadınları dine kabul etmediği söyleniyor. Aklı var mı ki, dini olsun diyordu herhalde.
Aradan yüzyıllar geçti, kanunlar, belgeler, uluslararası sözleşmeler aklımız, ruhumuz, yaşama hakkımız olduğunu kabul ediyor artık. Ana tanrıçalığı geri alamadık ama birçok hakkımızı aldık. Bazıları kâğıt üstünde kaldı gerçi.
Kocası ölünce; ‘Kocası öldü bunun yaşamasına ne gerek var’ diyerek adamla beraber öldürülmüyor belki ama bizzat o adamlar tarafından öldürülüyor!
‘Ruhu var mı, yok mu; insan mı, şeytan mı?’ diye tartışmıyor filozoflar ama bir insan olduğu bir ruhu olduğu görünmeyen, fark edilmeyen yüz binlercesi var hala.
Yüzyıllar önce falan değil, bu çağda hala isim konulmayan; caddelerin, sokakların, evcil hayvanların bile ismi varken bir isim konulmaya tenezzül edilmeyen kadınlar var.
Kiminin ise adı aklımıza mıh gibi kazınıyor, unutamıyoruz. Ne zaman ülkenin gündeminde kadına ya da çocuğa şiddet, istismar, taciz, tecavüz, cinayet olayı olsa; ülkede adeta infial oluşuyor, hepimiz öfkeleniyoruz, suçlulara nefret kusuyoruz, kimi zaman ayaklanıyoruz, “idam gelsin” söylemleri havada uçuşuyor fakat sorunun temelde çözümüne yönelik hiçbir kalıcı adım atmıyoruz.
Keşke söylemedeki maharetimizi, çözüm üretmede de göstersek de bundan sonra hiçbir çağda, hiçbir kadının adı aklımıza kazınmasa! Özgecan Aslan gibi…