Ev, mahremiyet demektir. Ev, insanın dış mekân olarak yaşadığı yurdun daha geniş çaplı replikasıdır. Ev hayatın sürdürülmüş, sürdürülecek ve sürdürülen her anıyla bir ilişki içindedir. İnsanın, hayat tecrübesi edindiği; doğumundan ölümüne kadar yaşadığı her deneyimde mekân ve sakin arasında hissel bir bağ söz konusudur.
Çocukluğunun geçtiği evde, birinci derece yakınlarıyla özel anılar biriktiren mekânsal bir deneyim kazanarak dış olgulardan soyutlanmanın tadına varan insan; his odaklı bir karaktere sahip olur ve yaşamının her safhasında ruh halinin imajını sergiler.
Hayatın keşmekeşi içinde zaman zaman insana, yalnızlık hissi ve savunmasızlık hali hâkim olur. Bu duygusal eğilimin temel sebebi; “öz evim, öz yurdum” denilen yuvadan ayrı düşülmesiyle ve araya mesafe girmiş olmasıyla ilişkilidir ve bu durum; insan üzerinde mekân algısının bir tesiridir.
Araya zamansal ve alansal mesafelerin girmesiyle insanın doğduğu ev hafızada soyut bir resme dönüşür. Her ne kadar başkalaşmış veya başkalaşmaya devam etse dahi, insanın yaşanmışlıkları fırından yeni çıkmış tazecik bir ekmek kokusu gibi buram buram tüter. Bu durum, doğduğu evin fiziksel ve ruhsal olarak etkilerinin yaşam boyu devam ettiğine de doğrudan delillik eder.
Gezgin yazar Saint Exupêry, insanın kendini “tamamlayabilmesinin”, yaşadığı mekânın gerçekliğiyle bağlantılı olduğunu öne sürmüş ve “Eğer ki bir başkası değil de şu din, şu kültür, şu değerler bütünü, şu yaşam biçimi ise, insanın içindeki potansiyeli gün yüzüne çıkartan onun kişiliğini tamamlayan; o halde insanın hakikati bunlardır.
Mantık nerededir? Varsın biraz da mantık hayatı anlamak için çabalasın!”
İnsanın “öz yeri”, “öz evi” kişisel ve izafi bir karakter taşımasıyla mantıksal boyuttan sıyrılmakta ve bir “ruh hali” olma özelliği kazanmaktadır.
İnsan “öz yurdu” olan doğduğu evde; emek emek büyütülür, ilmek ilmek işlenir! Bu korunaklı yuva insan için kendini güvende hissettiği bir kale olur adeta.
Kısık göz kapakları arasından dünyaya kısmen açılan gözler ve o gözlerin gördüğü ilk ışık huzmesinin nüksettiği an; aynı zamanda köklerin “öz yerinde” toprağa tutunmasının da başlangıcıdır. Buradan hareketle insan ne kadar sağlam tutunursa, evreni sarmaya elverişli bir sarmaşık gibi büyümeye başlar. Kökleri “öz yurdundan” beslenen insan, hayatı sezgileriyle kucaklar.
İnsan “öz yurdu” olan doğduğu evde; emek emek büyütülür, ilmek ilmek işlenir! Bu korunaklı yuva insan için kendini güvende hissettiği bir kale olur adeta. İnsanın doğduğu evdeki yaşanmışlıkları; babası tarafından dikilen ve büyüdüğüne şahit olduğu bir ağaç, dokunulmamış hatıralarla dolu bir çatı-katı, annesinin sıcaklığıyla ısınan odalar… Mekanların formları değişse de insanda uyandırdığı etki ilk günkü tazeliğiyle devam eder.
Yaşanmışlıklar, insanın ruh halini besleyen yahut cılızlaştıran bir etkiye sahiptir. Bir yemek masası, bir koltuk, bir oyuncak, bir giysi yahut bir bahçe, bir duvar ya da bir pencere…
İnsan, öz evinde kim bilir; ne büyük kederleri omuzlamış, ne çaresizlikleri yudumlamış, yahut ezilmişliğin zehrinden ne kadar tatmıştır kimbilir?
Belki de eşsiz bir sürur ve neşe içinde, gamzeli gülüşleri yankılanmıştır!
İnsan kendini kendi ile besler, büyütür.
Tüm hatıralar, mutluluğun veya mutsuzluğun portresini çizer, insanın kaderinde. Yaşanacak hayatın, yaşandığı kadarından aldığı paydır bu aslında. Bu pay, azımsanmayacak ölçüde büyüktür. Öyle ki insan bu payın tesiriyle hayata tutunmayı başarabilir insanya dokunduğu her dalı yeşertir ya da zehirli bir sarmaşığa dönüşüp, kendini çürütür.
Hâsılı, insan kendini kendi ile besler, büyütür. Kendini ait hissettiği yer ile olan bağlantısı nispetinde, hatırlamaya ve hissedilmeye değer anıların tazeliğiyle; yeniden serpilir, yahut kuruyup bir bir dökülür.
Sınırlarını aşma eğiliminde olan insanı /başka yerin çağrısı/olarak nitelendirilen “öz evinden” ayrılma temayülü bilinmeyen, alışılagelmemiş bir yolculuğa çıkmaya hazırlar. Böylece sınırlarının ötesine geçmeye azmeden insanın heyecan verici, merak uyandırıcı; bilinenden bilinmeyene olan keşfi yolculuğu başlar.
İnsan, “nisyan” kökünden gelmektedir. Unutmaya mahkûm oluşuna karşın direnç gösteren insan, hafızasını devamlı surette fethetmesidir. Öyle ki, fethedildikçe zenginleşir ve felaha kavuşur insan.
Zamanın; değiştirici, kırıcı, yıkıcı, tehditkâr değişkenliğine rağmen, insanın öz yurdu olarak gördüğü “kendi evini” hep yâdında tutması, buna mukabil; mekânın kırılgan değişkenliğine balta vururcasına, her hatıratı ilk haliyle canlı ve diri olarak hissedebiliyor olması- adeta geçmişin geleceğe uyanması-dır. Evet mekanlar, kırılgan zamanın yıpratıcı etkisine maruz kalır. Lakin, her günün bir önceki güne benzemezliği ve var olanın, daha önce var olmuşlardan belirgin şekilde ayırt ediciliği, anıların ruh hali üzerinde kalıcılığına etki edemez.
İnsan, “nisyan” kökünden gelmektedir. Unutmaya mahkûm oluşuna karşın direnç gösteren insan, hafızasını devamlı surette fethetmesidir. Öyle ki, fethedildikçe zenginleşir ve felaha kavuşur insan. Böylece geçmişini geleceğin kalabalığında kaybetmez. Öz evinden yâdına, hiç durmadan sızıntı olur insanın. İnsansa, yâdında canlananlarla; el ele, kol kola gezer ve dost olur. Aynı kökten beslenen koca bir sarmaşık gibi köklerine sımsıkı tutunur.
***
Bir kırık aynada belirir mazim.
Ben ki, hâlâ o pencerenin ardında
oturan bir çocuğum!
Zamanın büyütemediği,
tek şeydir çocukluğum!
Dost yüzü gibi rahat ve geniş
odalarında salınırken ben,
duvarlarına sinmiş sözler ansızın
mahur bir beste gibi
çalınır içimde.
Bacasında tüter, hala dumanım!
Göğüme vurur, sobanın kızıl renkli ışığı.
Ben cızırdarım!
Tüm müsveddelerini buruşturup attığım
yaşamın, biraz buruk biraz da kekremsi
Kokusunda demlenmiş bir çocuğum!
Annemin kollarında,
Babamın yollarında,
Bir gece bin masala böler, burada kendini.
Suların donduğu,
kuşların konduğu yerdeyim!
Burada başladı benim öyküm.
İlk nefesim, ilk ağıdım, ilk bakışım…
İlk günüm, ilk dünüm, hep bugünüm…